30 Kasım 2008

Yol gidenindir...

Bizim memleketteki kadar kötü yol yapımı başka nerede vardır acaba? Aylardır bir yol çalışmasıdır gidiyor ama yol çalışması da sanırım “bilmem kaç kavşak yaptık, hayatınız kurtuldu” çalışmaları kadar başarılı olacak!!!
Bu yıl yaz başında Bostancı – Maltepe (daha ilerisi de olabilir, görmedim) sahil yolunda Karayolları asfalt yenileme çalışmaları yapmaya başladı. Yapacaklar tabii, ne güzel diyorsanız, yanılıyorsunuz. Kaşıkla verip sapıyla göz çıkarmak deyimi bu yol çalışması için çok uygun oldu. Bütün yaz, sahil yolu şeritsiz kullanıldı. Evet. Doğru bu. Oraya şerit çizmek karayollarına zor geldi. Öndeki arabanın arkasına yapışmak suretiyle arabalar kendi şeritlerinde gitmeye çalıştılar, elbette saçma sapan bir çok kaza oldu ve çok daha fazla tehlike atlatıldı. Nedendir bilinmez aylar sonra birinin aklına, sahil yolu gibi bir ana yolun şeritsiz olduğu geldi ve kış başında şeritler çizildi.
Tabii ben daha sahil yolundaki medeniyetsizliğe söylenmeyi bitirmemiştim ki müthiş buluş “metrobüs” yolu çalışmaları çıktı ortalığa. Bu kadar lüzumsuz bir araç yaratma işi bizde olur elbet. Metrobüse yol açmak için gidiş-geliş şeritlerden birini çalmak birinin aklına uygun görünmüş ve uygulamaya başlamışlar. Dünyadaki tüm gelişmiş ülkelerde metro çalışmaları onlarca yıl önce tamamlanmışken bizde metrobüs adında ne idüğü belirsiz bir toplu taşıma ile trafiği biraz daha çekilmez hale getirmek, insanların sadece anayollardan geçecek metrobüse binmeleri ihtimali mantıklı gelmiş... Avcılara gidenler metrobüsle 38 dakika da gidiyor da; başka yerlere gitmeye çalışanlar minmum 1 saat arabanın içinde kıvranıyor. Metrobüs ayrı bir yazı konusu, çok girmeyeceğim ama Pendik-Bahçelievler arasını 2,5 saatte gittiğim günlerde metrobüsü getireni sıkça anmıştım. Bu yolları hergün gitmek zorunda olanların “hayır dualarıyla” mutlu mesut yaşayacaklardır bu fikri geliştiren zihinler.
Ama benim daha da çok takıldığım konu şerit konusu. Yolları yapıyorsunuz, tamam. Metrobüs getirdiniz, tamam. Peki yol yaparken hali hazırda o yolları kullananların can güvenliğini nasıl bu kadar hiçe sayıyorsunuz?
Eski şeritleri silmiyorlar. Siz kendi şeridinizde giderken, bir de bakıyorsunuz önünüzde bir kuka, sizin acilen diğer şeride geçmeniz gerekiyor ama nasıl? Geçeceksin kardeşim! İstanbul’da araba kullanıyorsan ani şerit değiştirme, yandaki arabayla aynaları tokuşturma, öndeki arabanın tamponuna yapışma gibi becerileri edineceksin. Yoksa kullanma. Adamlar bir de şeritle mi uğraşacaklar bizim için?
Bak I. Köprü yoluna. Avrupa’dan Anadolu’ya geçerken dikkatli olmalısın. Yine bir aklı evvel köprünün üzerine tümsek koymayı uygun bulmuş. O tümsekten önce küçücük bir tabela dışında uyarıcı tabelaya da gerek yok elbette. Bileceksin. Motorcuların hayatı tehlikeye griyor o tümsek yüzünden. Ama onlar da motorcu, heyecan arıyorlar nasıl olsa! Hadi tümseği atlattın diyelim bakalım sapaklarda ne yapacaksın? Sol taraf metrobüs çalışmaları sebebiyle daraltılmış. Dikkatli değilsen sağ şeritteki adamın tepesindesin. Sağ şeitteki sağlamda sanıyorsan yine yanılıyorsun, o da sağdaki sapaklardan çıkanlarla her an burun buruna gelebilir.
Peki ama bu nedir böyle?
Çözüm önerim şudur. Karayollarında çalışan herkesi ama herkesi 6 ay yurtdışına eğitime göndereceksin, döndüğünde sınav yapacaksın, hala olmamışsa “kusura bakma” diyerek başka bir yerde görev vereceksin. Ha sınavı kim yapacak derseniz çok başa dönmemiz gerek. Deveye sormuşlar: neren eğri? “Nerem doğru ki?” demiş…

24 Kasım 2008

İkea evimizin herşeyi


İkea iyi demiş hoş demiş de ikinci cümlede ne demek istemiş?
"zaten fiyatın içinde olan "ücretsiz eve teslim masraflarını" İkea'da ödemezsiniz."
İyi de fiyatın içindeyse neden eve teslim isteseniz para alıyorlar? Öyle çok yazıp çiziyorlar ki bu panoda kafaları azıcık karışmış galiba.

Cavalli


Seviyorum işte. Roberto Cavalli'yi seviyorum. Adamın yaptığı tüm tasarımları, vitrin düzenini, logosunu, ne görürsem onu seviyorum. Bazı markalara yapıyorum bunu ben. Coca-cola mesela. Ya da nestle.
İşte Cavalli'nin vitrini. Coca-colanın efsane şişeleriyle tasarlanmış. Bravo derim ben buna...


mutlu yıllar bize...

İşte bir yaş daha büyüdüm. Daha 30’um demeye alışamamışken kendimi 32’ye girerken buldum. Nasıl oldu hala anlayabilmiş değilim; meğer 2008’de ben 31 yaşındaymışım ama ben her sorana 30 dedim. Göz göre göre yalan söylüyormuşum! Bu durumda girmediğim 30 yaş bulalımına da sanırım artık girerim. Çevremdekilere duyrulur...
Öyle ya da böyle eminim 32 de güzel bir yaştır. Hayat planlarımının biraz gerisinde kalmış olsam da 32’nin bana istediklerimi yakalayabilme gücünü vermesini ve şans getirmesini umuyorum.
Şimdi gelelim doğumgünlerimize...
Bu yıl benim doğumgünümü Burak’la Beril’in nişanında; Deniz’in doğumgününü de İrge ve Barış’ın düğününde geçireceğiz; bizim doğumgünleri gümbürtüye gitti derkeeen Deniz’in muhteşem süpriziyle 32. yaşıma girdim..
Geçmişe dönmeden süprizin güzelliğini ifade edemem, dolayısıyla yine çocukluk günlerime dönüyorum. Annemlerle eskiden sık sık boğaz turu yapardık ve bu turlarda Sarıyer Kazıklıyol’dan her geçişimizde ben Fuat Paşa yalısına bakarak erirdim. Yaşım ilerledikçe “bir gün evlenirsem burada düğün yapacağım” diye iç geçirirdim. Orada evlenemedik ama işte Denizcimle 32. ve 33. yaşımıza orada girebildik!
Şu manzaraya bakar mısınız? 10. evlilik yıldönümüzü orada vereceğimiz bir davette mi kutlasak?!

13 Kasım 2008

Baza ile evinizi kurtarın

Benim gibi ortalıkta eşya görünmesinden, kalabalık evlerden nefret ediyorsanız; yıllar içinde aldığınız tüm dolaplar, raflar tıka basa dolduysa, çaresizce dolapların üstlerine, yatak altına iliştirdiğiniz ikea kutularından medet ummaya başladıysanız ama onlar da çare olmuyorsa; koşun ve bir baza alın! Annem’ın kısa İstanbul seyahatinde iki kaşın arasında yaptığımız en güzel işlerden biri de baza almaktı. Ve iki gün çektiğim bel ağrısı, bacak ve kol tutulması biraz acılı olsa da sanırım evin bir kısmını bazaya yerleştirdim. Şimdi dolaplarda elbiselerimiz sere serpe asılı, görmek istemediğim, kullanmadığımız ya da seyrek kullandığımız her şey ise bazanın içinde. Yaşasın bazalı hayat!

Ankara’lı olmak demek…

Hayatımın 12 senelelik kısmını Ankara’da geçirdim. Çocukluk yıllarım öyle güzeldi ki Ankara bende çok derin ve güzel izler bıraktı. İstanbul’a taşındığımız ilk senelerde durmaksızın gözyaşı dökerek 2-3 ayda bir Ankara’ya gelirken zaman geçtikçe ben İstanbul’a alıştım, İstanbul bana alıştı ve Ankara’yı ziyaret sayım çok çok azaldı. Düğün-cenaze vb olaylar ya da iş gezisi için Ankara’ya gelmeye başladım ve bu ziyaretlerde oldukça kısa süreli olmak durumunda…
İşte yine bir toplantı için Ankara’ya geldim. Ve bu sefer zamanın da uygun olması ve Ankara’nın göbeğinde bir otelde kalıyor olmam beni çook eski günlere götürdü. Akşam iş çıkışı saatinde Kızılay’daydım. Bir anda karşımda yıllar boyu en sevdiğim mağaza olan Bıdık’ı gördüm, yanında bugünlere gelmesinde annemin büyük katkısının bulunduğu Özen ayakkabı, biraz ileride And çarşısı, döneri ve limonatayı hayatıma sokan yer Sakarya, yıllarca İstanbul’dan daha taze balık bulunduğunu iddia ettiğim balık pazarı, nedendir bilinmez ama bende bol miktarda anısı olan kuyumcular çarşısı ve tabii Ankaralılar.
Hayat Ankara’da ve Ankaralılarla öyle farklı ki. Burada İstanbul’daki kadar renk yok. İstanbul’daki gibi vitrinden fırlamış insanlar pek yok. Erkekler metroseksüel; kızlar tek tip değil. Ankaralılar İstanbullular gibi yavaş yavaş yürüyerek ya da bağıra çağıra telefonla konuşarak da yürümüyor; acele acele gidecekleri yere gitmeye çalışıyorlar. Kızılay’ın en güzel yerindeki Starbucks’ta 18.30’da sıra yok. Yani burada her şey daha başka yaşanıyor.
İstanbulluların Ankara’yı kabullenememe sebepleri bence Ankara’da deniz olmaması değil işte bu saydıklarım. Bu düz yaşam İstanbullulara çok sıkıcı geliyor. Ama Ankara’da insanlık çok başkadır, arkadaşlık da. İşte bu sebeple Ankara’yı, Ankaralıları ve Ankaralı olmayı çok seviyorum…

10 Kasım 2008


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails
 
Copyright 2009 mynameismelis