28 Kasım 2012

Bloga itiraf

Yıllar yıllar önce bu blogu açtığımda reklamdı,halkla ilişkilerdi, pazarlamaydı yazar çizerim demiştim. Ara ara özel konular da serpiştirmiştim.
Aradan yıllar geçti, anne olunca huyum suyum değişti, bolca Demir ile az ilgi alanları oldu blogun amacı.
Dedikodu yaptığım da oldu ya bu dönemlerde sık sık hiç bu kadar üst üste bunalım yazıların olduğunu hatırlamıyorum açıkçası.
Hayat bana ne gösterirse ben de onu gösteriyorum galiba sana blog.
Bugün dikkat ettim de amaçtan çokça sapmışım; kusura bakma...
Ama sabırlı ol, hayat yeni gösterime başlayacak, yakında...

Chris Rea

Uzun zamandır dinlemediğim Chris Rea'ya takıldım bu ara, enteresan...
Geçen hafta depoladığın enerjimin beni 1 ay götüreceğini sanıyorken 5. günde bitmesine ne demeli?.
Mantıkla hareket etmeye çalışıyorum ama sınırlarımın zorlamanmasının ötesinde durumlar yaşıyorum.
Savaşmam gereken bin konu varken yenilerini ekleyenlere avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.
Saygı problemi olan insanları artık ben de istemiyorum.
Beni analiz etmeye, hislerimi bana anlatmaya çalışanlara uyuz oluyorum.
Akıl verenlere, daha önce bu durumu yaşamadıysan - ki yaşamamışsın - aklın sana kalsın demek istiyorum.
Sinirlendiğimde, üzüldüğümde ya da herhangi başka bir konu ile ilgili konuştuğumda bana "anlayışla" bakmaya çalışan anlamsız gözlerden de hiç hoşlanmıyorum.
Aklıma son zamanlarda çokça De.miri alıp uzaklara gitmek geliyor... 

27 Kasım 2012

Sonuç aynı...

Tesadüfün bu kadarı. Farklı açılardan bakmışız ama çıkarım aynı...




Tanrı’nın insana gönderdiği en kutsal şey kitaplar değildir…

Akıldır…
Uygar dünyayı yöneten demokrasi kutsal kitaplarda yoktu…
Sınıfların eşitliği, bedenin dokunulmazlığı, kadın hakları, insan hakları, laiklik, evrensel hukuk…
Ne kullandığımız takvimler, ne de organ nakilleri, ne radyo dalgaları, ne antibiyotikler, ne bilgisayarlar…
Hiçbirisi kitaplarla gelmedi…
Akılla geldi…
*
Tanrı’nın insana verdiği en mübarek şey:
Akıl…
Onu sana veren işlesin diye verdi ya…
*
Şu haline bak…
Dünyanın en en bereketli topraklarının üzerinde yarı tok, yarı açsın…
Ve dünyanın en katmer katmer kültürü üzerinde üretimden, teknolojiden, sanattan, bilgi zenginliklerinden yoksun…
Üzerindeki ceketin modelinden…
Ayağındaki pabucun astarından…
Gözündeki gözlüğün çerçevesinden…
Bindiğin arabadan…
Bereket beklediğin traktöründen ununu veren değirmenine kadar…
Bir teki olsun senin değil…
Aklını kullananların eseri…
*
Şeker şurubundan bal, patatesten tereyağı, benzinden votka yaptın da dünya kimyacılarışaşırdılar…
Ama bir ağrı kesici yapamadın…
Canın mı sıkıldı bu işlere, al bir Alman hapı…
Ve daya sırtını Rus doğalgazlı peteğe, geçer…
*
En çok beslenme eksikliğinden çocuğun öldüğü…
En çok işçinin çalışırken yaşamını yitirdiği…
En çok annenin doğumda can verdiği…
En çok kadının bıçaklandığı…
En çok gencin intihar ettiği ülkenin bireyisin…
Neden?..
*
Dört yanın ateş…
Kurşunlar vızır vızır…
Kan gölü içindesin…
Çocuklarını alıyorlar elinden…
Aklın ermiyor…
*
Ne diyeyim…
Aç gözünü artık…
Yol ver Allah’ın verdiği akla…
Takılma şu yobazların peşine, bin senedir geldiğin yeri artık gör…
*
Niye evde öyle söylenip durduğunu biliyor musun?..
Çünkü aklın dahi senden şikâyetçi…
Kör gözlüm…


Bekir Coşkun



Beyin

Tanrı insanoğlunun vücüdunun en tepesine kafa yerleştirmiş.
İçine de çok önemli bir organı koymuş; beyin.
Niye? Kullansın diye.
Hatta öyle müthiş bir yapıdaki o beyin, küçücük bir kısmını kullansak dahi hayatımızı rahatlıkla sürdürebiliyoruz.
Beyninin büyük kısmını kullanmaktan bahsetmiyorum, stadart bir kullanımdan bahsediyorum.
Basit.
Düşünerek hareket etmek; birçok sorunun önüne geçebiliyor.
Tanrı o beyin sayesinde düşünmemizi ve düşünerek doğru yolu bulmamızı istiyor.
Her konuda.
Koca bir beyin vermiş; küçücük bir kısmı bile yetiyor...
"Kullan" diyor. Sadece kullan.

15 Kasım 2012

Ne hissediyorsun?

Bu aralar daha fazla duyduğum bir soru kalıbı yok sanıyorum.
Ne hissediyorsun sorusundan daha çok nefret ettiğim bir dönem de.
Ve bu soruya verecek cevap bulamadığım da hiç bu kadar olmamıştır herhalde.
Benim haricimdeki herkesin ne hissettiğim konusunda fikir sahibi olması da.

"Türk tipi insan zor günlerde anlaşılıyor" kanaatindeyim. Yakın, uzak farketmez; vazife biliyor herkes üzerine. Enteresan ya da kötü örnekler verme, yangına körükle gitme, aşırı tepki gösterme, başka konu konuşamama, batıllıkta zirveye ulaşma, olaya müdahil olma arzusu da cabası. Böyle zamanlarda alıp başımı gitme isteğim doruk noktalara ulaşırken, Amerika'dan döndüğümüze de maksimum pişman oluyorum.

Bazen bana bu soruyu soranların benim ne hissettiğimle yakından uzaktan alakasının olmadığını; kendi düşüncelerini ya da hislerini bana anlamsızca empoze etmeye çalıştığını düşünüyorum. Durum analizi yapmak her babayiğidin harcı olmamalı be blog. Anlatmamı isteyen, dinlemeyi bilmeli.

Ne mi hissediyorum blog, bak sana yazıyorum:
Bunları yazarken hiç iyi hissetmiyorum mesela. Ağzıyla soru sormayan ama gözüyle ciğerimi görmeye çalışan bakışlar da hiç iyi hissettirmiyor. Üst üste gelen ve detay soranlar ve kafasına göre beni konumlandıranlar da hiç iyi gelmiyor. Benden fazla fikir sahibi olan ya da benden aşırı tepki verenler de inan iyi hissettirmiyor.

Ne zaman mı iyi hissediyorum: geleceği düşünebildiğimde...
Benim yaşadıklarımı yaşamış insanların beni anladığını hissettiğimde. Plan yapabilme gücüne sahip olduğumu düşündüğümde. İlk ve son olmadığımı hatırladığımda...

12 Kasım 2012

Top yuvarlak

İlk yarı bitti.
1-0 yeniğim.
Devre arası.
Soyunma odasında taktik alıyorum.
Doğru taktik verebilen az.
Herkes aynı anda konuşmasa daha rahat duyarım...
Eleyebiliyorum ya da istemediğimi duymuyorum.
Heyecan var, hırs, öfke, inat...
Belirsizlik korkusu.
Endişe.
Suçlayacak birini arayanlar var.
Bu bir takım oyunu.
......
İyi bir maç olmasını istemek belki de yapılması gereken.
Kazanmak amaç olmamalı mı?
Keyif mi almak lazım her anından?
Gitgide hırslanan taraftarı ne yapmalı?
Oyunculardan çok kendini hırpalayanları?
.......
Rakip de endişeli.
Onun önünde de aynı süre var. Aynı süreç...
Tehdit ve tehlikeler.
Hırs, inat, öfke...
Kararsız kararlılık.
.......

Top yuvarlak.
45 dakika uzun süre.
Takım arkadaşlarım var.
Oyuncu değiştirme hakkı da.
Herşeyi kaybetmek de var.
Kazanmak ya da berabere kalmak da.
Bilinmiyor sonuç.
Tahmin bile edilemiyor....


8 Kasım 2012

İnadına inadına

Yazasım, çizesim var bu aralar.
Abuk subuk konular hakkında uzuun uzun görüş bildiresim de var.
Dün gittim saçma sapan alışveriş yaptım, o renk pantalonun üzerine ne giyeceğim, hiç fikrim yok ama daha çok alasım var.
Demir'i alıp tatile gidesim, günün 4 saati masaj yaptırasım da var.
Yeni projeler var kafamda, onay alıp hepsini uygulayasım var.
Merkeze gidip, o iş öyle yapılmaz; böyle yapılır diyesim var.
Sabahlara kadar film seyredesim, leziz yemekler yiyesim var.
Uzak ülkelere gidip, yeni yerler göresim var.
Fotoğraf çekesim, motora binesim, spor yapasım da var.
Bunalım dönemlerinde kaçan enerjim, bu sefer beni kovalıyor.
Herşeyden inadına inadına, daha çok yapasım var... 

7 Kasım 2012

Araştırma sonuçlarını bildiriyorum

Kaç gündür yollarda geçen zaman beni bir araştırma yapmaya itti. Araştırmamdaki konu araçların renkleriydi. Ve şunu tespit ettim sayın okur:
Sabah saatlerinde işe giden insanların araçları TEM, E5 ya da sahil yolu kullanması fark etmiyor, sıkıcı renkler. Yani genelde gri, bal köpüğü ve beyaz gibi sıradan renkler... Biraz daha büyük ve pahalı bir araçsa siyah. (Arada sarılar, kırmızılar, lacivertler çıkıyor sanırım içi aydınlık ajans çalışanlarına ait olalar...)
Bunların çoğu şirket aracıdır tabii, plakalarda filo isimleri var, bir kısmı giydirilmiş... Ama % 90 diyebiliriz bu renk araçlara. Kullananlarda tek tip genelde, gırtlağa kadar çekilmiş kıravatlar, koyu renkli takım elbiseler, saçlar yandan ayrılmış hafif jöleli. Kadınlar ise renk konusunda biraz daha cömert, boyna bağlanan fularda renk var adam akıllı ama illa ki "ben havalıyım" bakışları ile güneşin olup olmadığı farketmeden kullanılan dev gözlükler... Giydirilmiş araçlarda bile tercih edilen renkler bu sıkıcı olanlar. Logolar bu zemin üzerine yapıştırlıyor bir de illa ki maksimum iddialı bir slogan...
Öğle saatlerinde yolculuk yapıyorsanız eğer, biraz daha fazla şansınız var renkli arabalar, insanlar görme konusunda. Şirket arabalarından giydirilmişlerin sayısı artıyor, havuz araçları devreye giriyor. Ama bunun yanında modeller çeşitleniyor, kırmızı arabalar, spor modeller ve eski modeller çıkıyor piyasaya. Gündüz insanının hayatı biraz daha renkli, biraz daha canlı ortalık. Giyimler farklı, bakışlar donuk değil bu saatteki kullanıcılarda. Otomobil reklamlarında kullanılan sahneler gerçeğe biraz daha yakın; gülen insanlar bile var içlerinde. Şarkı söyleyen, ritm tutan...
Ama her yolda bu kadar değil. TEM mesela renkli arabaların yine çok tercih ettiği bir yol değil. Sabah saatlerine göre daha fazla olsa da..

Gözlemlerim aslında daha detaylı ama bana faydası ne? Niye manyak gibi oturup yazıyorum bunları? Bana ne kazandırdı?
Cevap veriyorum: Eğlence çıktı. Bu durumu "incelemeye" başladığımdan beri yol daha zevkli hale geldi. Araba saymaya başladım, kaçı ne renk, plakaların altlarındaki filo yazılarına bakıyorum, kullanıcıları analiz ediyorum.

Sonuç; kariyerimde olur da bir devrim yaparsam ve otomotiv sektörüne geçersem elimde gayri resmi sonuçlarla gözlemlerim var...

Bir de şöyle bir sonuç çıkarabiliriz hep birlikte; İstanbul'da yaşam insana böyle yavaş yavaş kafayı yediriyor cicim. Anlamıyorsun bile...


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails
 
Copyright 2009 mynameismelis