30 Aralık 2011

Mutlu yıllar

2011 de bitiyor...
Bu aralar öyle çok iş var ki hiç birşeye zaman bulamıyorum. Yeni yıl hediyelerini dün öğle tatilinde şirketten kaçarak aldım.
Demire aldığım korsan gemisinin çok salakça bir hediye olduğunu da bu sabah anladım. Çocuk vapurları seviyor, üzerinde tek gözü bantlı adamların durduğu eski görünümlü gemileri değil ki.
Ha bir de ayak numarasını sadece tahmin ettiğim iş arkadaşıma terlik almam da ayrı bir konu. Neyse. 2012'de daha tutarlı davranışlar sergilemeyi bekliyorum kendimden...
Yine aklımda bu yıl yapmayı istediğim ve yapamadığım onlarca konu var.
2012'ye ümitsizce sarkıttığım yeni projelerim de.
Fotoğraf makinesi alıcam kendim. Şu kocaa objektifi olan, boyun koparan cinsinden. Onunla gezicem sağda solda. Yediğim yemeklerin dibine girip çekicem fotolarını, bloga koyucam...
Evi düzelticem. Kesin.
İşten erken çıkabilmeyi becerisi geliştiricem.
İnsanların özel günlerinde arayacağım; 1,5 ay sonra değil.
Buraya yazınca sıkıcı oluyor en iyisi yazmadan planlamak...

Herkese, hepimize mutlu bir yıl diliyorum.
Çocuklarımızla, ailelerimizle sağlıklı, mutlu, huzurlu...
Sevdiklerimizde daha bol zaman geçirebileceğimiz,
Daha çok kahkaha atabileceğimiz, dans edebileceğimiz,
Bütün projelerimizi gerçekleşitirebileceğimiz,
İşte gümbür gümbür başarıların olacağı,
Krizden uzak, bol paralı,
bol şanslı bir yıl...



 http://www.rfi.fr/actutr/articles/120/article_874.asp

12 Aralık 2011

Bu yazı bana yakışmaz ama..

Ölür müsün öldürür müsün?
Geçen akşam De.niz bana dedi ki "sen niye hiç arkadaşlarınla buluşup birşeyler yapmıyorsun" Bir anda gözlerimin boş boş baktığını farkettim. Ağzımı açtım birşeyler söylemek için ama anlamsızlığını düşündüm.
E be adam, sabah 6,45'te uyanıyorum, akşam 8'e doğru ancak eve geliyorum. Dem.ir ile oynuyor, yıkıyor, paklıyor, yatırıyorum. Akşam yemeği yiyor, evi topluyor ve 12'ye doğru koltukta uyuyakalıyorum.
Ha bu arada son birkaç haftadır sen cumartesi de dahil olmak üzere eve ortalama 9 buçukta geliyorsun.
Ben hangi arkadaşımla sen geldikten sonra buluşup, 5 dakika oturup muhabbet edebilirim ki?!.

Ayyy bu yazıyı yazarken kafama yine bir balyoz indi, tekdüze hayatım hakkında!
Beni bu hale getirebilecek tek kuvvet varmış hayatta, annelik!

8 Aralık 2011

Çok yaşa NASA

Biliyordum, mutlaka bizim gibi canlılar olduğunu bi-li-yor-dum.
sadece bizim gibi canlılar değil, bizimki gibi bir "dünya" varmış! Muhtemelen suyu, toprağı varmış, ne sıcak ne soğukmuş. İşte bulduk! Ya-ka-lan-dı-lar.

Kimbilir nasıl saklanıyorlardı milyonlarca yıldır. "Aman bu dünyalılar bizi bulmasınlar, gelirler de mazallah bizi de pişman ederler yaşadığımıza!"

Dünyanın 2,5 katı büyüklüğündeymiş. Düşünsenize ne denizler, okyanuslar vardır, kökünü kurutabiliriz; ne buzullar vardır eritiriz! Ne güzel hayvanlar vardır katlederiz, yeriz... Oh be, rahatla insanoğlu. Kurtuluşumuzdur bu!!! Artık geleceğe miras bırakmamız gerekmeyecek dünyayı!

Valla aklıma bir proce geldi yerleşti; oraya konut procesi yapsak da satsak ya şimdiden. Ya da Tubitak'tan para alalım; oraya yol yapacağız falan diye.  Ağa.oğlu amca haberi okuduğu anda başlamıştır çalışmaya... Heyecanlandım işte şimdiden. Çok yaşa sen NASA!

5 Aralık 2011

Terlik zırvası

Vallahi gelmişti aklıma. Yoldaydım, radyo dinlerken Baydın amcanın ev ziyaretini duyduğumda. Adamcağıza terlik vermeseler bari demiştim içimden. Ayakkabılarını kapının önünde çıkarttırmışlar mıdır ki? Baydın amca paspasın üzerine çoraplarıyla basıp, ayakkabısını eline alıp, holdeki üzeri fırfırlı örtüyle kapatılmış rafa koymuş mudur acaba? O ve tüm heyeti!

Terlikli zirve

Bu terlikten verselerdi, hazır kalabalık gelmişken temizlik de oluverirdi!!

22 Kasım 2011

34'ü bitirince...

E daha 35 olmadım....

15 Kasım 2011

İtiraf ediyorum, yeteneksizim!

Allah bana bir yetenek vermemiş. Verdiyse de 34 yıldır ben tespit edemedim. Yazamam, çizemem, söyleyemem, spor yapmayı pek beceremem... Ama yapanlara çook hayranlık duyarım. Yaptıklarına saygı duyarım. Bir resim nasıl çizilir, bir heykel yaratırken neler hissedilirki?
Elimde olmadan düşünüyorum acaba ben de annemin yalvararak götürdükleri baleden sıkılmasaydım, eve org dersi için gelen hocadan köşe bucak kaçmasaydım, basketbol kursuna gittiğimde en azından birkaç hafta devam etseydim olur muydu acaba diye? İçimde olsaydı tutamazdım herhalde kendimi, bugünlere gelmezdim böyle kütük gibi.
Hele hele hem başka işlerle uğraşıp hem de yeteneğini başka ortamlarda kullanabilene büyük saygı duyarım. Bölünebilen insanlara yani... Ben de bölünürüm ama yeteneğimle işim arasında değil, işle iş ya da işle ev arasında bölünebiliyorum mesela.
Aslında diyeceğim şu ki ben hayranım şu işe: OİP 'e yani. Yetenekli işte. Yazıyor, çiziyor, güldürüyor, eğleniyor. Hayran oluyorum ona da diğer yeteneklilere olduğum gibi...

4 Kasım 2011

El arabasındaki çocuk

O da çocuk... O da annesinin kuzusu.
El arabasında taşıyordu annesi onu; bildiğin el arabası. Hava soğuk, bulduğu kalın ne varsa belli ki girdirmiş annesi üstüste. . Siyah beresi büyük gelmiş başına. El arabasının kenarlarına tutunuyor sımsıkı. Ellerini görüyorum, küçücük. Annesi yanındakiyle konuşa konuşa gidiyor. Sağa sola bakıyor ufaklık. El arabasıyla geçtiler önümden. Yutkundum, ağlamadım. Ofiste oturup kahve içtim. Evde onlarca oyuncakla oynayan oğlumu düşündüm.

Pencereye yansıyan bir gölge gördüm bir saat sonra. El arabası yine. Bu sefer çocuk değil içinde anlayamadığım birsürü eşya var, annesi itiyor. Arkadan geliyor çocuk, yürüyor. Mavi hırka dizlerine kadar iniyor, tek düğmesi ilikli, içinden kalın kahverengi, desenli bir kazak sarkıyor. Yanındaki kadın çekiştiriyor, hızlı yürümüyor çocuk. Yanındaki kadınla gözgöze geliyoruz. Ben telefonla konuşuyorum. Gözümü alamıyorum çocuktan. Yüzünü göremiyorum ama yanaklarını görüyorum, kızarmış soğuktan. Boğazımda yine o düğüm. Yutkunuyorum bu defa gitmiyor, yaşlar süzülüyor. Yine oğlumu düşünüyorum. Sıcacık yemeğini yemiş; her gün sıcacık yatağında uyuyan oğlumu... O da anne, ben de... O da çocuk, annesinin kuzusu hem de...


3 Kasım 2011

Veli görüşmesi

Tarihe yeni notum işte blog:
Cuma akşamı gittik ilk veli görüşmemize. Demir'e oyun grubu ararken "öğrencilerimiz" diye hitap edenlerden 5. saniyede vazgeçsem de bildiğin veli görüşmesiydi işte gittiğimiz bizim. O anlattı biz dinledik, biz anlattık o dinledi...

Demir'den inciler

Artık Demir olanı anlatmaktan bir adım ötesine geçti. Akıl yürütüyor..
Bu haftanın bombaları:

Demir: Anne bak kolye yaptım (gitarının askısını boynuna dolamış)
Anne: Aa, gel bak sana kravat da yapayım.
5 dk. sonra Demir: Anne bu kravat beni rahatsiz ediyor, çıkaralım mı?!

Anneanne: Yerim seni canım benim, çok tatlısın...
Demir: Yeme sakın, ben mama değilim!
Anne: Nesin peki sen?
Demir: İnsan!

Ve hala gözlerimi dolduran cümle:
Kucağımda masal anlatıyorum. Masalın bir yerinde durup dururken; boynuma dolanan iki minik kol, yanağıma konan küçük, hissi tarifsiz bir öpücük ve "anne seni cok seviyorum"
Bu ne acayip bir duyguymuş böyle!..


31 Ekim 2011

Kıprıs'a gittiniz mi?

Kıbrıs'a gitmeyi isterdim yıllardır, olmamıştı bir türlü nedense. Bir adacık üzerinde ikiye bölümüşlük. Savaşlar, anlaşmazlıklar... Türkler ve Rumlar. Küçücük adada onlar mı geçinemiyor yönetimler mi? Onlar mı anlaşamıyor, diğer ülkeler mi? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet'ini Türkiye'den başka tanıyan yok ya dünyada ne enteresan... Gelişememesinin sebebi ada insanının ağır kanlılığı mı?
Aldım birçok sorumun cevabını. Harika bir rehber gezdirdi iki gün boyunca bizi. Tarihi anlattı ama en çok yakın tarihi. Politika çok enteresan. Neden diye soruyorsun, cevap yok.
Gidin, görün derim Kıbrıs'ı. Gidin, görün ve gezdikçe üzülün hatta...
  • Koca bir tarih var orada ama üzerine asfalt dökülmüş tarihin. Ayağınla kazısan tarihi eserler çıkıyor ama kazıyacak para yok...
  • Bir şekilde bulunmuş yerler de bakımsızlıktan dökülüyor.
  • Deniz mis gibi, kumu denizden güzel...
  • Direkt uçuş olan tek ülke Türkiye! Diğer tüm ülkelerden Türkiye üzerinden aktarma yapılarak gidiliyor.
  • İnsanı tembel falan değil bence. Ada insanı işte. Rahat kardeşim. Adada yaşıyorlar senin benim hayat telaşımız onların kanına girmemiş, ne güzel..
  • Trafikte ilginç bir medenilik var. Bu özellikleriyle Türkiye'ye benzemedikleri kesin.
  • İki bölge arasında "Yeşil hat" var, insansız bölge. İki evin balkonu birbirine bakıyor ama birbirlerine kahveye gelmek için pasaportla geçmek zorundalar.
  • İki tarafın halkı birbirinden apayrı ve aynı. Birlikte yaşamışlar ve boşanmışlar.
  • Barbarlık müzesine ve şehitliğe gidince pek de iyi düşünceler geçmiyor tabii insanın aklından.
  • Hani dünyadaki tüm sınırlar kalkacak diye bir görüş var ya, bence Kıbrıs'a gidip görsünler o görüşü savunanlar. Orada bile sınırlar kalkamazken bence hiç bir yerde kalkmaz...
Bu yazıdan çıkacak not: Kıprıs'ı sevdim ben. Gecesini, gündüzünü hem de... Öneriyorum şiddetle.

26 Ekim 2011

Acı

Hepimiz yaşadık, 12 yıl geçti üzerinden.
Yine hepimiz yaşıyoruz. Aynı acılar. Aynı umutlar. Gözyaşı.
Çözüm yok mu? Var ama 12 yılda öğrenemedik sadece biz bunu.
Birşeyler öğrenen yok mu? Var, kurtarma ekipleri çok daha hızlı organize oldu.
Yunus da öğrenmiş, cenin pozisyonunda beklemiş saatlerce. Dayandı ama başaramadı. Serhat da...
Kızgınım, üzgünüm.
Doğaya değil, bize, hepimize. Sağlam binalarda yaşayamamıza. 12 yılda tüm ülkeyi denetleyip yenileyebilecekken, umarsızca sağa sola bakmamıza. Boşvermişliğimize. İnsan hayatına değer vermeyişimize. Değer vermeyenleri yönetici yapışımıza. Sorumluları görmeyişimize...
Bu da son olmayacak, biliyoruz. Belki seneye, belki seneler sonraya. Ama yine gelecek. Ve biz yine hazırlıksız olacağız, biliyorum...


Azra bebeğe upuzun, sağlıklı, mutlu bir ömür diliyorum.
Umarım birşeylerde ders almış insanların inşa ettiği binalarda büyür artık.

5 Ekim 2011

Hacklendik...

Hacklendik. Anti virüslerimiz yalanmış. Programlarımız çöktü, yeni yüklemeler lazım. Geçen salıdan bu salıya en çok konuştuğumuz şey ateş, yorgunluk, ağrı, kaşıntı oldu.
Geçen hafta De.m.ir'e gelen uyuz virüs onu yatağa  serdikten ve el-ayak ve boğazında garip döküntülere,kaşıntıya, acıya sebep olduktan sonra "çocuk virüsü" olmasına rağmen bana gelmeye karar vermiş. Beni de yedi bitirdi, rahatladı, garip lekeleri ellerimizde ve ayaklarımızda bıraktı ve çekti gitti.
Dönüşü olmasın!..
Buradan çıkan bazı dersler var:
1. Her virüs okuldan geçmezmiş! Okul zamanında olmuş olsa da...
2. Uzman iki doktor aynı görüşte olsa da çocuk virüsleri illa ki çocuklarda kalmazmış. Evde en münasip "büyüğü" bulup ona da yapışabilirmiş.
3. Yüksek ateş evde bir kez tedavi edilirmiş, iki kez edilirmiş ama inat etmemek gerekliymiş.Üçüncüde acile gidilip afiyetle serum içilirmiş.
4. Bulaşıcı hastalık denince akan sular dururmuş. Şirkette odamı 5 dakika boş bırakmamayı görev bilen insanoğlu odanın kapısında dikilip derdini anlatmakta ustalaşırmış.
5. Bu kadar serilip yatmayalı bayağı zaman olmuş. Arada bir dinlenmek iyi miyimiş, neymiş? (!?!:)

virüs

29 Eylül 2011

Bloga uyarı

Ey blog,
İşe gelip de bugün canım işi istemyor, ben niye oğlumla değilim, evde olsaydım şöyle olurdu, böyle yapardık gibi birşeyler yazarsam bana böyle postu yazdırma. Hadi yazdım, sen sen ol, yayınlama.
Bak bu iki oluyor. Yazıyorum, yayınlıyorum, aradan birkaç saat geçince evden "yetiş, ateşten yanıyor!" telefonu alıyorum.
Bundan sonra bu tip bunalım düşüncelerimi evrene ve özellikle De.m.ir'e göndermeden kendi içimde saklasam daha iyi olcak...
hem ilgine hem bilgine...

27 Eylül 2011

Ya 24 saat yetmiyorsa?

Bazen istiyorum ki 24 saat olmasın gün.
48 saat olsun en azından.
10 saatini işte,7 saatini uykuda mı geçiriyoruz. Olmasın işte öyle...
Geriye kalsın 31 saat hem de bomboş.
Evde olalım, oğluma kek yaparım.
O yere yatmış yeni oyuncağını incelerken ben de onun dibine yatarım.
Baby tv de izlettiririm söz, izlesin ne olacak daha gün çook uzun derim. 
Böyle geçmesin günler, bu kadar hızlı olmasın herşey.
Okula ben bırakırım, kapısında ben beklerim.
Daha 4 kere gittiği, 2'sinde erken terkettiği okulundan ben alırım onu.
Ben götürürüm parka, silerim düştükçe dizlerindekileri.
Alırım simitçiden bir simit, kopara kopara yeriz yürüken sokaklarda.
Yetmiyor bana 24 saat, ya da ben yetemiyorum ya kendime ya evdekilere.
Bugüne de böyle başladım ya, hadi bakalım...


19 Eylül 2011

İşte hayat

Ah be blog, içimin “tuhaf” olduğu günlerden biri yine bugün. Demir’in ilk deneyimini yaşayacağı günlerden biri. Oyun grubuna başlıyor, haftada 3 gün, günde 2,5 saatlik oyun grubuna. İçime en çok sinen gruba. Demir’e “öğrencimiz” diye hitap etmek yerine “Demir” diyen, diğerlerinden “çocuklar” diye bahseden Iraz ablaya... Benim ona anlatamadıklarımı anlatacağına, ona birşeyler katacağına pek inandığıma Iraz’a.

Nennişi götürecek onu, yolda olmalılar şimdi... Demir içeride oyun oynarken yeni arkadaşlarıyla, nennişi bekleyecek onu kapıda. İstediği zaman gidip görebilsin diye. Güvenebilsin, üzülmesin diye...

Ben işteyim, aklım onlarda. Nasıl oynayacak, nelere tepki verecek, arkadaşlarına nasıl davranacak, derdini nasıl anlatacak, merak içindeyim...

Sabah evden çıkarken, öptüm kafasını “Allah zihin açıklığı versin” dedim. Anlamadı, “gitme” dedi sadece ve ümitsizce. Bugün yine o günlerden biri işte. Niye buradayım, değiyor mu, hangisi doğru acaba günlerimden biri daha...

Oyun grubu bile beni bu kadar heyecanlandırıken, okula başlayınca naparım acaba? Bir hafta kapıda bekleyeceğim galiba!!

  

23 Ağustos 2011

Hop dedik eziğe!

Bugünkü sinirim, kendini üstün zannedenlere.
Kendi kendini üst düzey(!) ilan edenlerin, ne kadar ezik göründüklerinin farkında olamamaları ne tuhaf.
Ne olduğunu bileceksin arkadaş, nedir çaban anlamadım ki?
Ama bu iş eğitimle falan da düzelmiyor anlaşılan, eziklik içten gelen bir durum. Ne yaparsan yap, pörtleyiveriyor. Bazılarınınki daimi pörtlek, bazılarınınki ara ara çıkıyor.
Bu ezik  takımı kendine hakim olamıyor, herkesin işini bildiğini, her işi başarabildiğini zannediyor. Müdahale etmeye çabalıyor, her konuda fikri olduğunu sanıyor.
Her konuda fikrin var ama %90 çöp be arkadaş!

Uzak mı durmak lazım, haddini mi bildirmek? İllaki her şirkette kondurulur mu bir ezik insan?..
Gidin ya, toplanıp aynı yerde çalışın, birbirinizi ezdiğinizi düşünüp, eğlenin.

22 Ağustos 2011

Bir ses duydum, ne sesi?

Bir ses duydum, ne sesi? dedi.
ve sonra kendi cevap verdi: Motosiklet

Tarihe not düştüm işte.
Oğlum ilk uzun cümlesini kurdu, soru sordu.
Annesinin pek sevdiği motosikletin sesi oldu cevabı...

10 Ağustos 2011

Kaza

Önce kötü sonra iyi bir haberim var bugün sana blog.
Bir kediye çarptım dün. Daha doğrusu bir kedi bana çarptı. 3 aylık bir yavru kedi, beyaz renkli, gri kuyruk, gri saçlı. Minnoş birşey!.. Ara sokakta giderken, önüme de değil altına atladı arabanın. Anlayamadım bile ne olduğunu, sadece beyaz birşey hissettim arabanın altına giren. Durdum. İndim, koştum. Kahraman İrem'le aynı anda... İrem olduğunu sonradan öğrendim tabii adını, hastanede koluna serum takılmış ibişi beklerken. Ben arabadan inene kadar ki birkaç saniye sürdü, İrem koştu aldı kucağına, atladık arabaya yine, veterinere... şoktaydı oraya vardığımızda. Ödüm koptu, ne yapacağımızı da bilemeden öylece bekledik. Doktor serum taktı, velet serum verdikçe rahatladı. Duyuyor mu, görüyor mu diye sürekli test yaptık. Önce dikip gözlerini aynı noktaya baktı, kör oldu diye korktum. Sonra ağzındaki kanları görünce iç kanama var diye korktum. Herşeyden korktum birşey olacak minicik kediye diye.
Burnunda sümükler vardı, gripmiş de bir yandan. Serum bitti, muayene etti tekrar doktor "iyiymiş" dedi. Antibiyotik de verdi grip için. Ve kahraman İrem bende kalsın bu akşam dedi. Koyduk kutuya, götürdü İrem onu eve. Biraz önce konuştum, akşamı iyi geçirmiş. ama bugün İrem de işte. O evde yalnız. Umarım yolundadır herşey...

Trafik kazasından hep korkmuşumdur. Şimdi daha da çok korkuyorum.
O kediciğe birşey olabilirdi. Orada koşan bir çocuk da olabilirdi...
Dün geceden beri sürekli kuruyorum birşeyleri kafamda!
Offf gidip adada mı yaşasak ne yapsak bilmiyorum! Kimi, neyden, nasıl koruyacağım?!.
Hayat zor ya, aslında baksana hayatta kalmak da zor..

4 Ağustos 2011

10

Her günü güzel geçen tam 10 yıl...
Çok güzel geçeceğine inandığım koca bir ömür...
Teşekkürler hayatım...

26 Temmuz 2011

Balkonunuzu kiraya verir misiniz?

Vee projelerimi açıklamaya devam ediyorum.

Bir gerilla pazarlama projesi şimdi de.

Evlerin balkonlarını kullanmayı öneriyorum gerilla pazarlamacılara. Herhangi bir sokak düşünün. Kimi alçak kimi yüksek apartman daireleri, altlarında dükkanlar. Her apartmanın yanyana iki dairesinde balkonlardan fırlayan bir reklam! Örneğin bir apartmanın 3. katında yanyana iki dairede “bu evde XXX içiliyor!” diye balkondan aşağı sallanan yaylı bir panocuk. Sağa sola serbest dönüyor... Yan dairede de aynısından. Karşı apartmanın ise 1. katında farklı renkte aynı tip pano. Ve bütün sokakta bu şekilde devam ediyor.

Ve bence uygulaması kolay, fiyatı da billboard ya da raketlere göre çok daha ucuz olur. Sadece balkonlarını kiraya verecek insanları bulmak gerekli... Yine 1 hafta kalır, sonra farklı sokağa geçilir. Hedef kitlenin olduğu sokaklar seçilir, yaz aylarını balkonda geçiren insanların canı çektirilir ve karşıdaki bakkala yönlendirilir!

Nasıl fikir ama?!

15 Temmuz 2011

Karşınızda yeni projem

Şimdi benim yeni bir fikrim var. Aslında patent almadan yazmak doğru değil ama hadi pazarlama hizmeti olsun memleketime...

Geçen hafta 2 acente ziyaretinde bulunduk malum tatil zamanı. Çocuklu aile bir tatil köyü bulmalı.

Kattık Demir’i de yanımıza, önce jolly tour., sonra ETS. Ets’deki arkadaş benim istediğim profile biraz daha yakındı da Jolly’deki muhasebe bölümünde çalışsa daha iyi sanki...

Neyse. Gelgelim benim projeme...

Şimdi bu acentelerde yer güzel, dekorasyon şık, bu sıcakta içerisi buz gibi falan da ruh yok be kardeşim.

Tatil satıyorsun, yılın en fazla işini bu aylarda yapıyorsun. Önce çalışandan başlayacaksın. Çalışanlarını haziran başında tatile göndereceksin, bronzlaşsınlar, rahatlasınlar. Yoğun çalışacaklar, tatil satacaklar; önce kendileri havaya girsin. Tesisleri gezdir bütün kış. Hepsi mümkün değil anladık ama büyükleri bilsinler. Ya da uzmanlaştır. Mesela “çocuklu tatilci” biri olsun, “balayı” konusunda biri daha tecrübeli... İzin günlerinde de ne biliyim ben havuz giriş bileti ver de bronzluk devam etsin.

Sonra bırak şık mekan triplerini. Nefis bir müzik karşılasın gelenleri, latin müzikleri mesela. İnsanın içi o anda başlasın kıpırdamaya, tatil havasına soksana geleni baştan... Bırak çalışanlara gömlek, kumaş pantalon zorunluluğunu. Kot etekle gelsin kızlar, üzerlerinde renkli bir t-shirt mesela. Erkeklere bol keten gömlek giydir örneğin...

Duvarlarda otellerin aynı açıdan çekilmiş, aynı sevindirik çocukların havuz fotoğraflarını yapıştırmayın Allah aşkına! Koysana duvarlara mis gibi tatil beldesi fotoğrafları, otellerden detay kareler. Güneş gözlüğü fotoğrafı koy mesela ya da harika renkli bir kokteyl... Otel adı önemli değil ki acentesin sen. Ne farkeder orada Rixos mu yazıyor Wow’mu? Plazma koy bekleme bölümüne, otel görüntüleri orada  olsun mesela. Videolar olsun...

Yerleri bırak döşeme koca karolarla, ahşap yap. Çiçekler koy büyük vazolara, doldur büyük çanakları deniz kabuklarıyla. Mis gibi bir koku yayılsın ortalığa, gladeden alıver bir zahmet yok mu okyanus derini, deniz ferahlığı kokusu!

Limonata ikram et gelene, at içine bir nane, bir de kokteyl çubuğu bak bakalım sıkılıyor mu gelen giden o birbirinin aynısı acente kataloglarına bakarken.

Yaz döneminde daha çok eleman olsun ofiste. Sıkılmış, yorulmuş, bıkkın 3 tip değil. İçlerini bilemezsin ama dıştan mutlu görünsünler onlar da, 5 dakikada bir saate bakarken yakalamasın müşteriler mesela...

Nasıl ama? Bugünkü projem de bu olsun. Birine fikir olsun, hayrını görsün.

Ama kimse okumuyorsa ben napıyım; yarın öbür gün bir acente açarsam bana fikir olsun...

11 Temmuz 2011

Blaze Of Glory

Yazmak istiyorum, nereden başlayacağımı da bilemiyorum.

İlk geldiği yıl, Antalya’daydım. Konser sonrası koltuğa oturup öylece bakmıştım haberlerdeki konser görüntülerine. Gözlerim dolmuştu hatta. Bir daha gelirse ilk günden biletimi alıp gideceğim demiştim; yaşım 18 bile değildi!..

İlk günden bilet almadım, hatta biletixin azizliğine uğrayarak ilk şarkıları bile kaçırdım ama “şu dünyadan göçüp gitmeden” listeme bir çizik daha atabildim.

Tek kelimeyle harika bir konserdi. Şarkıları, sahne ve tabii kendisi.


8 Temmuz 2011

En uzağa iş.yenler

Şu aşırı hırslı insan tipine bayılıyorum. Birinci olmak hayattaki tek amaç. Konu farketmez. İşte de olabilir, okulda da, yolda da. Markette bile hızlı sürer sepeti kasaya ki o beklemesin, birincisi olsun sıranın.

Bu hırslı modele hayat zindandır arkadaş! Düşünsene, hiçbir konuda arkadan gelmeyi kaldıramamak ne zordur! İşyerinde herşeyi ilk o duymalı mesela, en atılgan o olmalı. İlk fikri o verir ya tüm departmanlara, en hızlı şoför de o elbette. Ve enteresandır çocuk konusunda da anlamsızca kapışır. En zeki ve becerikli onun çocuğudur, en uzağa işer genelde... Allah’ın lütfu kendisi ya, ailesi de seçilmiş tabii. Kocası şirkette en iyidir mesela, teklif üstüne teklif gelir de başka şirketlerden, dönüp bakmaz arkasına! Babası da en üst seviyede emekli memur. Annesi muhteşem yemek yapar, lokantalardan teklif gelir hala...

Bana mı denk gelir bu hırslı tipler yoksa komiğime gittiği için mi görüyorum bilmem. Ya da yarışmalardan hoşlanmamamdan mı kaynaklanıyor ki eskiden beri. Aman Tanrım yoksa ben de hırs küpüyüm ve ortaya çıkmasından mı korkuyorum ne?

Sevgili blog, bana psikolog olduğun için bir kere daha sevdim seni...

(Be sevgili blog, madem her derdime çare oluyorsun, öğretsene bana başladığım postu anlamlı bitirmeyi. Nereden nereye geldim yine, darmadağın oldu bu post da...)

7 Temmuz 2011

seviyorum uleyn!

Seviyorum, seviyorum işte her türlüsünü.
Masamda 5 tane, bilgisayarıma takılı 2 tane var. Ve evet, hepsinin kendine göre bir amacı var! Dağınıklıktan değil, düzenden!! 
Kendi küçücük olan da güzel, hafızası 4 GB olan da. Ne kadar kolaylaştırdılar benim hayatımı bir bilseler. Her gördüğümü elime alıp inceliyorum, almak istiyorum, dayanamıyorum. Kadın milletinin ayakkabı tutkusu bana USB flash disc olarak yansıdı sanırım.
Daha çok istiyorum! Kırmızısını, hamburgerlisini, miniciğini, ışığı yananını, hepsini istiyorum uleyyynnn!

5 Temmuz 2011

Yettim geliyoruumm

Tatil havasına giriyorum yavaş yavaş. Sabah bilgisayarı açar açmaz tatil yerlerine bakmalar, küçük küçük hayal kurmalar, araştırmalar, soruşturmalar, alışveriş planlamaları ve tatatatammm işte en önemlisi: Demir'den hatıra göbeği düzleştirme çabaları! (sonrasında işe gelip poğaça yiyiorum ama o etkilemez di mi?!)
Bütün kış ağustos böceği gibi yer içer oturursan, oh bunlar dünya nimeti, geri kalmamak lazım der durursannn tatile gitmeye 10 gün kala aklını başına toplarsannn, sabahları 10 dakika erken kalkıp mekik çekmek zorunda kalırsın! İşe yarar mı? Sanmam! Ama olsun en azından çabaladım olmadı derim yahu...
Gittiğimiz otelde ince, uzun, sarı, güzel insan modellerinden az olsa bari!

16 Haziran 2011

Çalışanı Allah sever

Yazasım var.
Günleri, haftaları anlatasım var.
Nasıl çalıştığımı bloguma not düşesim var.
Açıp okudukça mutlu olasım, kendime "aferim" çekesim var.
Bunca zamandır Demir'den çaldığım zamanı iade için erkenden eve gidesim var.
Acele acele yediklerimin içtiklerimin yerine masada uzun uzun oturup muhabbet edesim var.
Çarşıya pazara çıkıp üstüme başıma indirimden (!) kıyafetler alasım var.
Balkonda oturup derin bir "ohhh!" çekesim var...

6 Mayıs 2011

İçimde birileri kavga ediyor

Paketten fırladı çıktı bir sürpriz bana! Yoğunluktan yemek yemeyi unuttuğum, Demir'i günde yarım saat gördüğüm günlerde bir sürpriz daha. Konaklamalı Sapanca seyahati. Ivırdıysam da kıvırdıysam da olmadı. Konaklamayı iptal edebildim ama tüm günü otelde salınarak geçirmeyi, hayır!
Şimdi burada oturmuş toplantının başlamasını bekliyorum. Şıkır şıkır giyinmiş iş insanlarının arasında... Bilmemkim beyle bilmemne hanımla muhabbet, lüzumsuzca içilen çaylar kahveler...
Bu 5 yıldızlı oteller içimi sıkıyor artık benim. Upuzun koridorlar, dev merdivenler, koca koca aynalar, aşırı kibar garsonlar...
Üstelik toplantılar da birbirinin aynısı artık, değişiklik gerekiyor; yaka kartları aynı, bayrak asılacak yerler de. İkramlar bile aynı. Bugün farkettim ki en sevdiğim tatlı büfesinde bile 1 dakikadan fazla zaman geçirmiyorum, tek çeşit tatlı alıp uzaklaşıyorum! Oysa evde ayaklarımı uzatıp çikolata kemirmeye bayılıyorum akşamları, çikolatanın üstüne tatlı bile hayal ediyorum. İştah o biçim yani!..

İşyerinde olsaydın, bu postu yazacak zaman da bulamayacaktın, keyfini çıkarsana arkadaş diyor içimdeki isyancı. Ağaçlara bak, çayını yudumla, oh, bugün de böyle geçsin.
Ama outlooku açıp sağa sola mailler döşüyor, lüzumsuz çalışkan yanım. Ve içi çekiliyor işler yarım kaldı diye.
Anne tarafım da Demir olsaydı da şu dev kanepelere tırmansaydı diye hayal kuruyor, "çiçi"lerden yerdi keyifle.
Elif Şafak'ın Siyah süt'ünde vardı ya bir sürü kadın içinde savaşan... İşte benim her anım öyle yahu.
Bir bıraksalar birbirlerini kovalamayı ben de rahat edicem...

15 Nisan 2011

Evrene destek oluyorum, ne olmuş yani?

Bu yıla evrenden enerji isteyerek başlamıştım. Sonra taktım bu enerji konusuna. Olumsuzlukları enerjiye yormaya başladım, abuk subuk bakışlardan da anlam çıkarmaya. Ve aslında bunlar hiç bana göre işler değilken internette konuyla ilgili araştırmalar bile yaptım. Aslında son hareketim beni de endişelendirdi ama yine de Jk'den istedim, dayanamadı aldı. Boynuma taktım enerji veren, olumsuzu olumluya dönüştüren taşımı; şimdi bütün kötü enerjiyi kovuyorum yakınımdan...
Bir ileri aşaması ne acaba? Ayin yapar mıyım ki akşamları mum yaktığım karanlık salonda?

30 Mart 2011

Bana da gelecek bahar, sadece biraz yavaş...

Aslında bana, bahar değil yorgunluğu geldi. Başka blogları okuyup onların baharla coşkulandıklarını gördükçe daha çok çöküyor üzerime. Herkeste bir enerji bolluğu, mutluluk, telaş; ben de ise sabah uyanamama, işe gelmeyi ıstırap sayma, yorgunluktan bunalma vs.

Minnak velet durumumu farketti herhalde ki Pazar günü annesine baharın ilk çiçeklerini hayatında il kez toplamış, getirdi. Çiçekleri küçücük bir likör kadehine koyduk, küçücük elleriyle o kadarcık toplayabilmiş. Ve ben şimdi anladım ki bir anneyi hayatta en mutlu eden anlardan biri de buymuş, oğlum elleriyle topladığı çiçeği bana getirmiş...


16 Mart 2011

Alakaya çay demle!

Keyifsizim diye sağa sola saldırmak istediğimden değil bu eleştirim. Ama allah aşkına nedir bu ilan böyle?
Kaç dakika harcayıp inceledim ama bulamadım valla alaka nerede?
Böyle bir laf vardı değil mi benim küçüklüğümde: Alakaya çay demle!

11 Mart 2011

Önce deprem sonra tsunami!

Bu bir bile değil iki felaket. Korkunç. Diyecek söz bulamıyorum.
Allah yardımcıları olsun, hepsinin...

Google'ın yaptığına ise kocaman bir "Aferim". Tsunami alarmı veriyor. Ve felaket olan bölgedeki insanlarla uzaktaki insanların haberleşmelerini sağlamak için "person finder"ı oluşturmuş...

10 Mart 2011

Çetrefilli işler

Her işimiz çetrefilli, hepsinde bir karmaşıklık olmak zorunda ya, burada da var.
Şimdi bu blogspota erişim var mı? Yok mu? Ben giriyorum, blogum açık ama niye hiç alakasız bazı bloglar mahkeme kararıyla kapalı? Digitürk'ün alakası var mı, yok mu? Varsa bu mudur buldukları çözüm, tüm blogları kapatmak! Yoksa da niye döküldük ortaya Digitürk haindir diye...
Youtube kapatıldı kaç yıl, noldu, sorunları halloldu mu mesela? Memleketimde kimse giremedi mi sanki bu süre boyunca youtube'e. Blogspot kapatılsa nolucak ki, taşımayacak mıyız başka yere? Kimler planlıyor, kimler uyguluyor bu işleri, nerede yaşıyorlar acaba?..
Böyledir işte bizim işler. Olayı öğrenmek için an be an takip etmelisin. Aksi takdirde benim gibi hiiiç birşey anlamazsın...

1 Mart 2011

DOKUNMAYIN kardeşim!
BLOGUMA
DO-KUN-MA-YIN!

28 Şubat 2011

Bas düğmeye: EASY

Çalışan anne olmak neden bu kadar zorluyor acaba beni? Hiç ummadığım kadar vicdan azabı çekiyorum ben. İşimi seviyorum aslında, çalışmayı seviyorum genelde. Ama ilginçtir her sabah işkence oluyor bana işe gelmek. Pazratesi sabahları katmerli işkence! İş değiştirdiğim için mi diyorum bazen kendi kendime ama aylar oldu buraya geçeli. Biliyorum ki bu kadar uzun sürmez bu durumun bende etkisi. Alışırım ben hemen durumlara, kabullenirim ortamı, çok zaman almaz alışmam aksi bir durum yoksa. Burada da yok aslında aksi birşey. Ve alıştım artık denebilir ama var işte birşeyler içimde. Yoksa neden hala düşünüyorum kendi işimi yapmayı? Hem de ne kadar zor ve çoook stresli olduğunu bile bile. Sırf evden istediğim saatte çıkma, dilediğimde eve dönme özgürlüğüne sahip olayım diye! İşte burada anlıyorum anneliğin bende yarattığı –benim kendimden beklemediğim- onlarca etkiden birini daha; çalışmanın verdiği vicdan azabı... (Çalışmasam da onun vereceği azabı tahmin ediyorum aslında!)

Annelik ve iş değiştirmenin zamanlarının çakışması da etkili oldu tabii. İş değiştirmede en doğru zaman değil midir, bebekten hemen sonrası? Öyle. E ben de doğrsunu yaptım o halde işte. Hem de yapılabilecek en doğru şekilde... Biliyorum ama bu da rahatlatmıyor beni. Yani yanlış yaptığımı düşünmüyorum hem de hiç. Ama Demir olmadan önce gelmiş olsaydım buraya daha mı mutlu olurdum diye düşünüyorum arada. Buradaki tempo daha farklı, alışkanlıklar, kişiler... Eski şirketteki bazı şeyleri hala bile çok özlüyorum, ayrı... L. ile iki lafın belini kırmak rahatlatıyormuş beni, anlamlı - anlamsız şeylere gülmek, onu bunu çekiştirmek de. Bak şimdi böyle yazınca sanki hata yapmışım buraya geçmekle diye düşünüyormuşum gibi oldu. Halbuki öyle de düşünmüyorum. Ama orada kurduğumuz çok güzel bir “şey” vardı. O “şeyin” artık olmaması üzüyor beni. Ya da L.nin yanında olmak istediğim onun şu kötü günlerinde orada olmamak...

Bu hayat karmaşık birşey. İnsanlar mı karmaşık yapıyor, doğal akışı mı böyle bilmiyorum. Ben mi karmaşıklaştırıyorum yoksa belli değil.

Bu yazı da öyle oldu işte. Karmaşıklaşmış durumlar. Yani yazmak istediğim bu muydu, yazdım da ne oldu? Yazmasaydım olmaz mıydı? Benim blogdaki amacım neydi açtığımda? Bu blog benim karmaşık ruh halimi mi yansıtacak? Ya da neden buraya yazıp tanımadığım insanların karmaşık ruh halimi analiz etmesine imkan tanıyorum ki?

Nereden nereye geldim ben şimdi bu durumda? Anlatmak istediğim çektiğim vicdan azabı değil miydi benim? Dön başa...

Vazgeçtim. Bas düğmeye: EASY


22 Şubat 2011

Sen neredesin, ben nerede...


Biz daha “lüzumsuz ise çıktı almayalım, boşa kağıt harcamayalım”ın peşindeyken, “suyu boşa akıtmayalım, lüzumsuz ise söndürelim”le uğraşırken adamlar nerede...
%90 daha az su harcayan çamaşır makinesi, geri dönüşmüş araba parçalarından yapılan küvez, iki katlı ve içine yüzlerce yolcu alabilen metrobüs!

http://www.greendiary.com/entry/the-10-most-promising-green-inventions-of-2010/

17 Şubat 2011

17 Ocak 2011

teşekkürler evren...

Birincisini atlattım evren, teşekkürler sana.
Şimdi devamı için rica ediyorum senden.
Gönder lütfen, iyi enerjilerinden bana da bolca gönder... 

14 Ocak 2011

Enerjinden gönderir misin evren?

Enerji talebim var senden evren.
Bugün başlayarak 2011 yılının tamamında tepe tepe kullanabileceğim enerji talep ediyorum. Sağlık veren, stres azaltıcı, doğru kararlar aldırıcı, her yere yetişebilme gücü veren, mutluluk ve neşe sağlayan enerjini lütfen bana da gönder evren. Çok lazım.

11 Ocak 2011

İşte ispatı

Annesi küçükken "astranot" olmak isterdi; oğlu en çok "dildiz" demeyi seviyor.
Annesi küçükken ayağını yorgandan çıkarmadan uyumazdı, oğlu uyku tulumundan bile ayaklarını çkarmak için yöntem buluyor.
Annesi için en kıymetli yiyecek marul; oğlu yemekte marul yemek istiyor.
Annesi gazetenin en ince ayrıntısına bile bakmayı sever, oğlu küçücük parmağıyla gazetedeki noktaları işaret ediyor.
Annesi gezmeye bayılır; oğluna hadi hazırlan diyince koşup sokak kapısını açmaya çalışıyor...
Kim demiş bu çocuk babasına benziyor diye, basbayağı bana benziyor!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails
 
Copyright 2009 mynameismelis