31 Aralık 2008

Mutlu yıllar


Herkese mutlu yıllar...
Umarım hepimiz 2009'da daha iyi bir yıl geçiririz, geleceğimizle ilgili güzel ve gerçekçi planlar yapabiliriz...

Bir de kendi adıma bu yılın;
daha çok mutluluk ve sağlık getirmesini,
ailemize "yeni bireyin" sağlıkla gelebilmesini,
hayal ettiklerime ulaşabilmeyi,
daha huzurlu günler yaşayabilmeyi,
sevdiğim herkesle çok daha fazla zaman geçirebilmeyi,
şansın daha çok yanımızda olmasını,
bol para kazanabilmeyi ve o paranın tadını çıkarabilmeyi istiyorum...

24 Aralık 2008

Kar

Böyle yağmur, çamur olacağına, şu kar lapa lapa yağsa... Ben eve gidiyor olsam, televizyonda bir romantik komedi olsa, battaniyenin altında sıcacık uzanıp, filmi seyretsem, nefis bir meyve salatası yesem... Ahh ah!

30 Kasım 2008

Yol gidenindir...

Bizim memleketteki kadar kötü yol yapımı başka nerede vardır acaba? Aylardır bir yol çalışmasıdır gidiyor ama yol çalışması da sanırım “bilmem kaç kavşak yaptık, hayatınız kurtuldu” çalışmaları kadar başarılı olacak!!!
Bu yıl yaz başında Bostancı – Maltepe (daha ilerisi de olabilir, görmedim) sahil yolunda Karayolları asfalt yenileme çalışmaları yapmaya başladı. Yapacaklar tabii, ne güzel diyorsanız, yanılıyorsunuz. Kaşıkla verip sapıyla göz çıkarmak deyimi bu yol çalışması için çok uygun oldu. Bütün yaz, sahil yolu şeritsiz kullanıldı. Evet. Doğru bu. Oraya şerit çizmek karayollarına zor geldi. Öndeki arabanın arkasına yapışmak suretiyle arabalar kendi şeritlerinde gitmeye çalıştılar, elbette saçma sapan bir çok kaza oldu ve çok daha fazla tehlike atlatıldı. Nedendir bilinmez aylar sonra birinin aklına, sahil yolu gibi bir ana yolun şeritsiz olduğu geldi ve kış başında şeritler çizildi.
Tabii ben daha sahil yolundaki medeniyetsizliğe söylenmeyi bitirmemiştim ki müthiş buluş “metrobüs” yolu çalışmaları çıktı ortalığa. Bu kadar lüzumsuz bir araç yaratma işi bizde olur elbet. Metrobüse yol açmak için gidiş-geliş şeritlerden birini çalmak birinin aklına uygun görünmüş ve uygulamaya başlamışlar. Dünyadaki tüm gelişmiş ülkelerde metro çalışmaları onlarca yıl önce tamamlanmışken bizde metrobüs adında ne idüğü belirsiz bir toplu taşıma ile trafiği biraz daha çekilmez hale getirmek, insanların sadece anayollardan geçecek metrobüse binmeleri ihtimali mantıklı gelmiş... Avcılara gidenler metrobüsle 38 dakika da gidiyor da; başka yerlere gitmeye çalışanlar minmum 1 saat arabanın içinde kıvranıyor. Metrobüs ayrı bir yazı konusu, çok girmeyeceğim ama Pendik-Bahçelievler arasını 2,5 saatte gittiğim günlerde metrobüsü getireni sıkça anmıştım. Bu yolları hergün gitmek zorunda olanların “hayır dualarıyla” mutlu mesut yaşayacaklardır bu fikri geliştiren zihinler.
Ama benim daha da çok takıldığım konu şerit konusu. Yolları yapıyorsunuz, tamam. Metrobüs getirdiniz, tamam. Peki yol yaparken hali hazırda o yolları kullananların can güvenliğini nasıl bu kadar hiçe sayıyorsunuz?
Eski şeritleri silmiyorlar. Siz kendi şeridinizde giderken, bir de bakıyorsunuz önünüzde bir kuka, sizin acilen diğer şeride geçmeniz gerekiyor ama nasıl? Geçeceksin kardeşim! İstanbul’da araba kullanıyorsan ani şerit değiştirme, yandaki arabayla aynaları tokuşturma, öndeki arabanın tamponuna yapışma gibi becerileri edineceksin. Yoksa kullanma. Adamlar bir de şeritle mi uğraşacaklar bizim için?
Bak I. Köprü yoluna. Avrupa’dan Anadolu’ya geçerken dikkatli olmalısın. Yine bir aklı evvel köprünün üzerine tümsek koymayı uygun bulmuş. O tümsekten önce küçücük bir tabela dışında uyarıcı tabelaya da gerek yok elbette. Bileceksin. Motorcuların hayatı tehlikeye griyor o tümsek yüzünden. Ama onlar da motorcu, heyecan arıyorlar nasıl olsa! Hadi tümseği atlattın diyelim bakalım sapaklarda ne yapacaksın? Sol taraf metrobüs çalışmaları sebebiyle daraltılmış. Dikkatli değilsen sağ şeritteki adamın tepesindesin. Sağ şeitteki sağlamda sanıyorsan yine yanılıyorsun, o da sağdaki sapaklardan çıkanlarla her an burun buruna gelebilir.
Peki ama bu nedir böyle?
Çözüm önerim şudur. Karayollarında çalışan herkesi ama herkesi 6 ay yurtdışına eğitime göndereceksin, döndüğünde sınav yapacaksın, hala olmamışsa “kusura bakma” diyerek başka bir yerde görev vereceksin. Ha sınavı kim yapacak derseniz çok başa dönmemiz gerek. Deveye sormuşlar: neren eğri? “Nerem doğru ki?” demiş…

24 Kasım 2008

İkea evimizin herşeyi


İkea iyi demiş hoş demiş de ikinci cümlede ne demek istemiş?
"zaten fiyatın içinde olan "ücretsiz eve teslim masraflarını" İkea'da ödemezsiniz."
İyi de fiyatın içindeyse neden eve teslim isteseniz para alıyorlar? Öyle çok yazıp çiziyorlar ki bu panoda kafaları azıcık karışmış galiba.

Cavalli


Seviyorum işte. Roberto Cavalli'yi seviyorum. Adamın yaptığı tüm tasarımları, vitrin düzenini, logosunu, ne görürsem onu seviyorum. Bazı markalara yapıyorum bunu ben. Coca-cola mesela. Ya da nestle.
İşte Cavalli'nin vitrini. Coca-colanın efsane şişeleriyle tasarlanmış. Bravo derim ben buna...


mutlu yıllar bize...

İşte bir yaş daha büyüdüm. Daha 30’um demeye alışamamışken kendimi 32’ye girerken buldum. Nasıl oldu hala anlayabilmiş değilim; meğer 2008’de ben 31 yaşındaymışım ama ben her sorana 30 dedim. Göz göre göre yalan söylüyormuşum! Bu durumda girmediğim 30 yaş bulalımına da sanırım artık girerim. Çevremdekilere duyrulur...
Öyle ya da böyle eminim 32 de güzel bir yaştır. Hayat planlarımının biraz gerisinde kalmış olsam da 32’nin bana istediklerimi yakalayabilme gücünü vermesini ve şans getirmesini umuyorum.
Şimdi gelelim doğumgünlerimize...
Bu yıl benim doğumgünümü Burak’la Beril’in nişanında; Deniz’in doğumgününü de İrge ve Barış’ın düğününde geçireceğiz; bizim doğumgünleri gümbürtüye gitti derkeeen Deniz’in muhteşem süpriziyle 32. yaşıma girdim..
Geçmişe dönmeden süprizin güzelliğini ifade edemem, dolayısıyla yine çocukluk günlerime dönüyorum. Annemlerle eskiden sık sık boğaz turu yapardık ve bu turlarda Sarıyer Kazıklıyol’dan her geçişimizde ben Fuat Paşa yalısına bakarak erirdim. Yaşım ilerledikçe “bir gün evlenirsem burada düğün yapacağım” diye iç geçirirdim. Orada evlenemedik ama işte Denizcimle 32. ve 33. yaşımıza orada girebildik!
Şu manzaraya bakar mısınız? 10. evlilik yıldönümüzü orada vereceğimiz bir davette mi kutlasak?!

13 Kasım 2008

Baza ile evinizi kurtarın

Benim gibi ortalıkta eşya görünmesinden, kalabalık evlerden nefret ediyorsanız; yıllar içinde aldığınız tüm dolaplar, raflar tıka basa dolduysa, çaresizce dolapların üstlerine, yatak altına iliştirdiğiniz ikea kutularından medet ummaya başladıysanız ama onlar da çare olmuyorsa; koşun ve bir baza alın! Annem’ın kısa İstanbul seyahatinde iki kaşın arasında yaptığımız en güzel işlerden biri de baza almaktı. Ve iki gün çektiğim bel ağrısı, bacak ve kol tutulması biraz acılı olsa da sanırım evin bir kısmını bazaya yerleştirdim. Şimdi dolaplarda elbiselerimiz sere serpe asılı, görmek istemediğim, kullanmadığımız ya da seyrek kullandığımız her şey ise bazanın içinde. Yaşasın bazalı hayat!

Ankara’lı olmak demek…

Hayatımın 12 senelelik kısmını Ankara’da geçirdim. Çocukluk yıllarım öyle güzeldi ki Ankara bende çok derin ve güzel izler bıraktı. İstanbul’a taşındığımız ilk senelerde durmaksızın gözyaşı dökerek 2-3 ayda bir Ankara’ya gelirken zaman geçtikçe ben İstanbul’a alıştım, İstanbul bana alıştı ve Ankara’yı ziyaret sayım çok çok azaldı. Düğün-cenaze vb olaylar ya da iş gezisi için Ankara’ya gelmeye başladım ve bu ziyaretlerde oldukça kısa süreli olmak durumunda…
İşte yine bir toplantı için Ankara’ya geldim. Ve bu sefer zamanın da uygun olması ve Ankara’nın göbeğinde bir otelde kalıyor olmam beni çook eski günlere götürdü. Akşam iş çıkışı saatinde Kızılay’daydım. Bir anda karşımda yıllar boyu en sevdiğim mağaza olan Bıdık’ı gördüm, yanında bugünlere gelmesinde annemin büyük katkısının bulunduğu Özen ayakkabı, biraz ileride And çarşısı, döneri ve limonatayı hayatıma sokan yer Sakarya, yıllarca İstanbul’dan daha taze balık bulunduğunu iddia ettiğim balık pazarı, nedendir bilinmez ama bende bol miktarda anısı olan kuyumcular çarşısı ve tabii Ankaralılar.
Hayat Ankara’da ve Ankaralılarla öyle farklı ki. Burada İstanbul’daki kadar renk yok. İstanbul’daki gibi vitrinden fırlamış insanlar pek yok. Erkekler metroseksüel; kızlar tek tip değil. Ankaralılar İstanbullular gibi yavaş yavaş yürüyerek ya da bağıra çağıra telefonla konuşarak da yürümüyor; acele acele gidecekleri yere gitmeye çalışıyorlar. Kızılay’ın en güzel yerindeki Starbucks’ta 18.30’da sıra yok. Yani burada her şey daha başka yaşanıyor.
İstanbulluların Ankara’yı kabullenememe sebepleri bence Ankara’da deniz olmaması değil işte bu saydıklarım. Bu düz yaşam İstanbullulara çok sıkıcı geliyor. Ama Ankara’da insanlık çok başkadır, arkadaşlık da. İşte bu sebeple Ankara’yı, Ankaralıları ve Ankaralı olmayı çok seviyorum…

10 Kasım 2008


22 Ekim 2008

Roma Roma Roma

Çok sevdim ben bu şehri. öyle sevdim ki aklımdan çıkmıyor bazı detaylar hala. İtalyan bir şikete geçmeyi planlıyorum artık. Yılda bir kaç kez iş için gitsem, biraz olsun teselli eder beni. Roma. Yeni favorim!..

Annem ve ebılla gittik bayramda Roma'ya pek çok Türk gibi. Duyduğuma göre 10 bin Türk varmış bayramda. E bir kısmıyla karşılaştık zaten turistik alanlarda. Özellikle Aşk Çeşmesi tam bir Türk durağıydı. Milletçe suya mı meraklıyız, adı mı hoşumuza gitti, yoksa "inanışa göre havuza para atanın tekrar Roma'ya gelecek olması" mı cazip geldi kestiremedim ama favori mekanı orasıydı Türklerin.

Türklere pek cazip gelmeyen kiliseler, tarihi mekanlar ve Vatikan'ı ve bilinen tüm turistik mekanları karış karış gezdik biz. Her yere hayran kaldık. Öyle yorulduk, öyle çok yürüdük ki...
İtalyanlara da bayıldım. Bu kadar neşeli, cana yakın, huzurlu bir millet olamaz. Sürekli şen kahkahalar, gülümseyen insanlar.
İtalyan adamlar hakkında söylenenler de ebılın ifadesiyle "şehir efsanesi değilmiş." Bir tane bakımsız, kötü giyimli ya da alelade İtalyan görmedim. Yaşları ne olursa olsun hepsi cillop gibiydi. Kadınlar, erkekler kadar güzel olmasa da onlarda annemin ifadesiyle "endamlıydı"
Yemekler şahaneydi. makarna, şarap, pizza, kahve, tatlılar... Tartışmasız mükemmel!

Kısaca Roma'yı sevdim hem de çok. Aşk çeşmesi efsanesi de umarım doğrudur ve ben yine oraya giderim...

Ve işte Roma için önerilerim:
  • Kesinlikle gidilmesi gereken bir yer. Doyasıya gezmek için minimum 1 hafta kalınmalı.
  • Gün içinde garip garip saatlerde tatil yapıyorlar. Birçok mağaza, restaurant öğle tatili için kapanıyor ve hatta öğleden sonra 3'e kadar kapalı kalıyor. Dikkat!
  • Şehri kesinlikle yürüyerek gezin. Görecek çok yer var her an ilginizi çekecek birşeye karşılaşabilirsiniz.
  • Napoli ve Pompei'yi de mutlaka görün. Üşenmeyin...
  • Aklınıza gelen gelmeyen tüm markalar var, alışveriş yapmak isteyenler için bir cennet .
  • İtalyanca dışında tek kelime bilmeyen italyanlar bile mutlaka bir şekilde yardımcı oluyorlar.

3 Ekim 2008

En Önce ve İlla ki Sağlık Olsun

Toprağı bol olsun. Oh. Mis gibi geldi şiiri yine. Her gün okumalıyım bu aralar bu şiiri. Unuttukça hatırlamalıyım... Hatta büyütüp salonun duvarına asmalıyım.

En Önce ve İlla ki Sağlık Olsun
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama.
Yarım saat erkene kurulsun saatin.
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin...
Pencerini aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin.
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin.

Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart.
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine...
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis.

Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle..
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de.

Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık.
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa...
Yürü, yürürken sağa sola bak...
Öylesine değil, görerek bak.

Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al...
Sonra, şöyle bir düşün...
Kimler sana yol açtı, sen çok darda iken, kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde, kimler kapını tıklattı?

Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara!
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor!
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak.
Günün güzeldi değil mi?
Akşamın da güzel olsun...

Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun...
Saklama tabakları, bardakları misafire.
Sizden ala misafir mi var bu dünyada?

Ailecek kurulun sofraya,
Öyle acele acele değil , vazife yapar gibi hiç değil.

Öyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi.
Tadına var akşamının...
Gece evinde, dostların olsun.
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun...
Arkadaşım,
Hayat bu..
Daha ne olsun?

Ama, en önce ve illa ki sağlık olsun!..
Can YÜCEL

31 Ağustos 2008

Keyifsizlik...

Bu aralar biraz keyifsizim. Biraz stresli ve mutsuz. Bloguma yazmak istediğim konular birikti ama yazma keyfim de pek yok.

Yakında açılırım umarım...

8 Ağustos 2008

Yazın ne içilir?


Son iki yıldır yazın nestea cool içiyorum! Tadına bayıldığım gibi bu açık alan çalışmasına da pek beğendim.
Bu sıcakta durakta bekleyenlere yönelik çok faydalı bir fikir.
Yaz içeceğim Nestea cool’un eline sağlık...
Fotoğraf çok aceleye gelmiş, pardon!

Yazı seviyorum!

Yazın herşeyi daha bir güzel oluyor diyorum ya öyle işte. Şu meyvelere bir bakın. İnsan hepsini birden yemek istemiyor mu?

7 Ağustos 2008

Tatilden kalanlar

Yine canım Seferihisar, yine nefis Alaçatı ve yine biten tatil. Evime dönmek mutlu etse de işe dönmek pek bir sevinç yaratmadı bende. Hatta senelerdir ilk defa bu kadar zor geldi işe dönmek. Bugün itibarı ile adapte oldum olmasına da biri “kalk gidelim” dese yine alırım soluğu orada...

Tatili yazarak teselli bulayım bari, nasıl olsa Deniz kalk gidelim demez!

Seferihisar yine mükemmeldi. Manzara, huzur, deniz, güneş, aile saadeti, ölesiye yemek yemek ve dinlenmek... Tatilden beklentisi bu değil midir zaten insanın?

Eğlence kısmı ise yine daha çok Alaçatı’ya kaldı. Alaçatı ile ilgili düşüncelerim yine aynı, bayılıyorum. Sokaklar, taş evler, oteller, kafeler, restaurantlar kesinlikle özgün, şık ve bu sene kesinlikle herşey daha pahalı. Sanırım Alaçatı esnafının bu yıl gözü açıldı ve “bu kadar gelen giden varsa sonuna kadar faydalanalım!” şeklinde bir politika izlemeye başladılar. Klasik turist sömürme politikası...

İşte bu yıl için Alaçatı tavsiyeleri:
Sailors meydan’da kahvaltı yapın...
Köşe kahvede pasta yiyip limonata için...
Nar’da birşeyler için...
Akşam pazarından takı alın J
Babylon’a hafta içi gece gitmeyin!
Araba kiralayın, taksiye dünyanın parasını ödemeyin...

Plajımız ise Solemare idi. Denizi, plajı harika ve servis çok başarılı. Denizin yanısıra yapılabilecek çeşitli aktiviteler de mevcut. Yani sabahın erken saatlerinde gidip akşama kadar kalınabilecek bir plaj. Hafta içi kesinlikle çok daha güzel çünkü sakin. Hafta sonu ise stil ikonları ve ikonlara kol kanat germek isteyen karizmatik abilerle dolup taşıyor. Anlamıyorum valla, insan denize girmek için o kadar süslenebilir mi? Ya da denize girmeyeceği halde o sıcakta, güneşin altında saatlerce nasıl oturur? Bikinisini denize girmediği halde yarım saatte neden değiştirir? Suratının 1/3’ünü kaplayan gözlüklerle daralmaz mı?

Sonuçta bu tatilde de çeşitli tespitlerim oldu:
İzmir’de yaşamak lazım...
Benden asla stil ikonu olmaz...
Tatil 1 hafta olmamalı. Sıkılıncaya kadar insan tatil yapabilmeli...

14 Temmuz 2008

Bodrum

Denizi, mavisi, beyazı, güneşi, begonyası... Oldum olası severim Bodrum’u. Bodrum’u Bodrum yapanları, Bodrum’da tatil yapmayı…
İşte kısacık Bodrum tatilimden bana kalanlar:
Yıllardır gitmemiştim Bodrum’a. Büyümüş, bir “şehir” halini almış bu zaman içinde. Eskiden yerleşim birimleri arasında yollarda boşluklar vardı, artık pek boşluk kalmamış. Zaten az olan ağaçlar iyice yok edilmiş. (Bu konuda Dilek’in bir önerisi var: gelen her turistten 1 YTL alınsın ve bu paranın tamamı ağaçlandırma çalışmalarında kullanılsın. Benim de bir önerim var, yapılan her konut için, konut alanın 3 katı kadar alanı ağaçlandırma şartı konsun. Yapmayanlara büyük ceza verilsin.)
Bodrum’lu ya da Bodrum’da olmak isteyen birçok insan, evlerinin dağların tepesinde ya da denize arkası dönük ya da içiçe olmasına hiç aldırmamış, almış da almış... Onlar aldıkça inşaatçılar yapmış, burun buruna bir yaşam başlamış. Ama bence en yapılmayacak iş, denize o kadar uzak evlerde yazı geçirmek. Bazı evler denize o kadar uzak ki denize girmek için kesinlikle arabaya binmek gerekli. Düşünsenize; Bodrum’dasın ve sabah kahvaltıdan hemen sonra, daha pek kimsecikler yokken 5 dakikalığına denize girip çıkmanın zevkini alamıyorsun. En güzel mavide yüzemiyorsun. Bodrum’da olup da denize girmek için arabayla sağa sola gitmek nasıl bir eziyettir insanoğluna? Ya da havuzu denize tercih etmek mümkün müdür öyle bir deniz varken?
Yapılaşma almış başını giderken, Bodrumun içinde, barlar sokağında pek bir değişiklik olmamış. Yıllar önce gittiğimiz barlar, restaurantlar ve hatta bazı mağazalar aynı yerde, aynı isimle, hatta aynı dekorasyonla duruyor. Sokağa girdiğim anda elimle koymuş gibi buldum bildiklerimi. Hem çok hoş, hem çok ilginç. Senelerdir hiç birşey nasıl değişmez? Oraların işletmecileri, sahipleri hiç mi yenilik yapmak istemez? Bu kadar klasik midir o cafeler, restaurant ya da barlar?
Esnaf yine çok komikti. Gelene geçene laf atma geleneği devam ediyor. Hatta biraz boyut değiştirmiş. Kapıdan geçen müşteriye “içeri gelin de biraz paranızı alalım” diyecek kadar samimiler! Turist hangi ülkedense, esnaf o dilde konuşabiliyor. Bu kadar kurslara gideceğine, dersler alacağına 2-3 sezon tatil yerinde esnaf olsa insan, eminim ki çok rahat derdini anlatabilecek kadar dil öğrenebilir. Pek özeniyorum kendilerine, kafasını gözünü kırıyorlar ama çatır çatır anlaşıyorlar herkesle...
Ve işte bana son kalan; Gümüşlük’te rakı-balık. Denizin dibinde yenilen mis gibi balığın, içebildiğim tek rakı olan yeşil efenin, denizin, teknelerin, kedilerin, gelenin geçenin bu kadar birbirinin içine geçtiği, yenen her lokmanın bu kadar lezzet verdiği yer azdır herhalde. Gümüşlük daha bozulmamış.
Umarım tekrar gittiğimde yine aynı bulurum Gümüşlük’ü. Umarım oradaki esnaf hiç yenilik yapmak istemez ve umarım Gümüşlük’te kimse burun buruna yaşamak istemez..

Yarışma Psikolojisi

Çocukluğumdan beri pek hoşlanmam yarışmalardan, yarışanlardan, yarıştırılanlardan. Çoçukken her alanda olurdu yarışma. Okumayı ilk söken, en hızlı koşan, en iyi ingilizce konuşan, en yüksekten atlayan vs... O zamanlar hiç hoşlanmasam da mecburen katılırdım bir çoğuna. Kazanmak için deli gibi uğraşır, kazanamazsam bir sonraki yarış için sabırsızlanırdım. Kazansam da kaybetsem de hep kaybedenler için üzülürdüm. Hala da öyledir... Kaybedenlerin üzüntüsü içime işler...
İşte bu yüzden uzun zamandır hiç kimseyle yarışmadım. En iddialı olduğum alanlarda bile karşımdakinin bozguna uğrayışını görmek istemem (istisnalar kaideyi bozmaz – duruma göre istisnaların bozguna uğrayışını seyrederken keyif bile alabilirim!!!)
Kısacası yarışmalardan hiç hoşlanmam... (bu işi meslek olarak seçenlerden bahsetmiyorum elbette; sporcuları ben de büyük keyifle izlerim, Beşiktaş’ım her maçta kazansın isterim!)
Yine dağıttım konuyu galiba ama geçen gün Efes’in bu yıl 3. kez düzenlediği yarışmayı gördüm. Ve enteresandır bu yarışmaya bayılıyorum, hatta katılmak bile istedim. Yarışmak için değil ama Efes kutularından bir maket/obje yapıp orada sergilendiğini görmek için. İlanı gördüğümden beri aklımdan onu mu yapsam bunu mu yapsam diye programlar yapıyorum. Biliyorum katılmayacağım o yarışmaya ama Efes bu yarışmasıyla sürekli aklımda... Pek beğendiğim ve sevdiğim markalardan biri olan Efes’i ve yarışma fikirlerini tebrik ediyorum. Yarışma bile olsa iyi fikirmiş...
Web sitesi için:
http://www.efeskeyfi.com/maketveobjeyarismasi/

Mola aldım...

Bu yılın ilk tatilini yaptım. :) 4 günlük kısa bir tatildi ama olsun. Deşarj oldum. Döndüğümde herşey yoluna girecek, farklı olacak sandım. Ama olmadı. Olsun. Ben yine de deşarj oldum. Oh.

30 Haziran 2008

Fala inanmam da...

Ben pek inanmam aslında. Yani inanmaya çalışırım da inanmayı gerektirecek bir durum gerçekleşmez hiç. Kahve içer, kapatırım; tarot bilen olursa baktırırım hatta falcıya gitmişliğim bile var. Ama hep aynı sonucu alırım; bildikleri hep geçmiş ile ilgili olur. Geçmişimi ben zaten biliyorum; sen gelecekten haber versen! Hadi oldu da gelecekle ilgili birşeyler dedi. Çok uç birşeyler olmadıktan sonra onları da aklımda tutamam. Aklımda tuttuklarım da çıkmaz zaten. Böyle meraklıyımdır yani fal olaylarına. Genel kanı, inançsız dinlediğim için karşımdakinin bilememesi...
Geçen Pazar günü Nil-Barış ikilisi bizdeyken kahve içip kapattık fincanları. Telveleri anlamlandıracak kimse yok aramızda tabii ki; benimkine baktık baktık anlamadık! Ama Nil’inkine bakar mısınız? Yeni ve mutlu bir ilişki kahve fincanında bu kadar mı güzel çıkar...

5 Haziran 2008

Şarkı sözleri

Şarkı sözü yazarken içlerinde biraz fazla karmaşa yaşıyor galiba söz yazarları. Bu konya bir çok örnek bulabilirim ama en taze haber K. Doğulu'dan... Bir şarkısını dinledim geçen gün. Kenan, önce unut diyor, daha cümlesi bitmeden ara lütfen diyor. Bütün şarkı boyunca bir öyle, bir böyle diyor:
Seni çok sevmiş olsamda
Unut beni lütfen
Sana çok kızmış olsamda
Ara beni lütfen
Az önce sözlerine iyice baktım da gerçekten enteresan sözleri var şarkının...
“Ben demiştim demeyi(?!)
...
Artık duvarlarım cebimde değil(?!)”

Nasıl yani?!?

Yemişim Kaloriyi!

Yazın anlam ve önemine çok uygun olmuş. Bu mevsimde yesen bir dert yemesen başka dert. Yesen kilo alıyorsun, havuza/denize gidince yediğine bin pişman oluyorsun. Yemesen aklın kalıyor...
Yaz boyunca gidilecek yerler de öyle çok ve güzel ki yemesen, içmesen yaşadığını anlamazsın valla... İşte ben bu durumda “yemişim kaloriyi” diyorum, ne yalan söyleyeyim...
Bu arada ilanın metin kısmı da çok hoş:
“Şu dünyaya bir defa geliyorsun bari tadını çıkar.
.....
Birini yemediysen öbürünü ye. Hepsini karıştır birlikte ye. Ama ye.”

Metin kısmı biraz t-box kampanyaları tadında mı olmuş ne?!

28 Mayıs 2008

Yumurta kapıda

Ağustos böceği-karınca misali... Bütün kış, şunu da yapayım, buraya da gideyim, şunu yiyip bunu içeyim derkeeen yaz geldi. Kışın bitirebilseydim ne rahat olurdu. Ama işte klasik bir öğrencinin mantığı: yumurta kapıya dayanmadan projeler tamamlanmaz!! Ve yumurta kapıda. Tezimi teslim etmem için azıcık zamanım kaldı. Aslında tezin son aşamasına geldim ama sabrımın da son aşamasına yaklaştım. Hava mis, herkes caddede, sporda, ben evde masa başında! Bitiricem ama. Kararlıyım bu defa!!! Ha gayret bana...

10 Mayıs 2008

Felekten bir gün

Geçen gün annemle uzun zamandır başaramadığımız bir işi başardık, çılgınlar gibi İstanbul sokaklarında gezdik, dolaştık. Girip çıkmadığımız mağaza, elimize alıp bakmadığımız ürün pek kalmadı. Ufak bir aksilik vardı, ikimiz de alışveriş modumuzda pek değildik, adam akıllı bir şey alamadık ama yine de son zamanlarda böyle bir gün, yaz sıcağında içtiğim, taze nane yaprağı, iki buzlu, ev yapımı nefis bir limonata gibi geldi!

İşte o günden kalanlar:
Gittik, gördük ve kesinlikle çok beğendik. Nişantaşı City’s “Nişantaşı stiline” son derece uygun; şık, seçkin, çekici. Şahane markalar, şahane mağazalarda. Mağazaların dekorasyonları pek hoş. Vitrinler yine Nişantaşı stilinde; abartılı, frapan, parlak! Yani aslında benim stilime hiç mi hiç uymuyor ama Nişantaşı City’s kesinlikle gidilmesi gereken bir mekan. Cafelerde oturulmalı ve aslında benim gibilerin hayatta hiç giyemeyeceği kıyafetler bile alınmalı!
Yaşasın alışveriş!!!

Şişli’ye gidip Cevahir’e gitmemek olmaz! Cevahir’i sevdiğimden değil; Zara Home, Bershka, Pull and Bear’ı çok sevdiğimden... Bu 3 mağazada da her gittiğimde ufak tefek alacak bişeyler mutlaka bulurum, kalitesi tartışılır ama modelleri kesinlikle! Caddeye açsalar birer mağaza, ne kadar sevinirim. Zira 3 mağazaya girip çıkmak bile Cevahir’de bitap düşürüyor insanı. Bu kadar büyük alışveriş merkezine ne gerek vardı, hala anlayabilmiş değilim...

Mado’da sadece dondurma yenmeli. Başka tatlılar, pastalar için farklı mekanlar tercih edilmeli. Adamlar dondurmayı enfes yapıyorlar ama diğerler ürünlerde pek iş yok...

Annemle alışveriş yapmak, yorgunluktan bayılana kadar dolaşmak, konuşmak ve tabii ki dedikodu yapmak gerçekten harika!!! Umarım, kısa bir süre sonra aynı şehirde yaşamak suretiyle bunu çok daha sık yapabileceğiz...




4 Mayıs 2008

Hayat iş demek değildir

Hayat iş çıkışı demektir!!! Budur işte...İçki içmek için en güzel zaman iş çıkışı değil midir?! Reklamı yapanlar da tam "keyif insanlarıymış" doğrusu.
Neredeyse Absolute ve Smirnoff'un süper reklamları gibi cin bir reklam olmuş. Şerefe :P

24 Nisan 2008

Turkcell Süper Lig

Her ne kadar cep telefonu faturamın geldiği dönemlerde kendilerinden nefret etsem de Turkcell'i genel anlamda çok başarılı buluyorum. İmajı çok güçlü, yaptıkları işler çok başarılı, hemen hemen tüm ürünlerin sunumları çok başarılı, TV'yi çok iyi kullanıyorlar, sponsorlukları çok kuvvetli. Yani kanaatimce çok sıkı ve yaratıcı bir ekip çalışıyor Turkcell'in iletişiminde.
Turkcell Süper Lig'de bu başarılardan biri; sloganı, reklamları, detayları kullanışları çok başarılı. Bir web sitesi yapmışlar; şahane: http://www.turkcellsuperlig.com.tr/

Minicik deve!

Nedense yavru develer hep bana rastgeliyor. İşte yine bir yavru deve. Hem de gerçekten yavru; doğalı daha 6,5 saat olmuş. Annesinin hala bacakları titriyor ama baba da dahil olmak üzere kimseyi yavrusunun yanına yaklaştırmıyor...

Bizans oyunu

Bir konu hakkında ne kadar çok sözcük üretilirse/kullanılırsa bu, konunun o kadar önemli/gündemde olduğu anlamına gelmez mi?
Bazı durumlar tek tanımla ifade edilebilirken bazı durumlar için çeşit çeşit tanım olması o konu hakkında bol bol düşünüldüğünü ifade etmez mi?
Atasözlerinde, deyimlerde bile bazı durumlar için onlarca ifade varken, bazı konularda tek tük ifadeler olmaz mı?
İşte bunlardan güzel bir örnek... Bizim ülkede hepimizin aklında biryerlerde aynı konu vardır: ya dümen peşindeyizdir ya da bizans oyununa gelmişizdir... Bu durumu ifade etmek için bile öyle çok tanım vardır ki bizde.
Her ülkede farklıdır bu durum; mesela Amerika’da aşağıdaki tanımlar bizdeki kadar çeşitli değildir, halkın genelinin hayatının bir parçası değildir ali cengiz oyunları bizdeki gibi. Onlar daha çok sisteme ayak uydurmşlar, sistem tarafından yönetilmeyi kabullenmişlerdir.
Bizde öyle olmaz. Biz bir iş olmuyorsa oldurana kadar her yolu mübah görürürüz. Özel hayatımızda da böyle yaparız, işte de. Hatta öyle abartılır ki bazen bu durum, katakulli yapmayanlar “akılsız” muamelesi görür. Aklında olmayanın aklına düşürülür entrikalı yaşam!
İşte bizde çok önemli bir konuya ait tanımlar:
Bizans oyunu
Ali cengiz oyunu
Alavere-dalavere
Katakulli
Entrika
Dolap çevirme
Hile hurda
Dümen çevirme
Yalan dolan
30 yaşıma kadar bu kadarını yaşamışım/öğrenmişim ki bir çırpıda aklıma gelenler yukarıdakiler. İlerleyen yaşlarımda dağarcığımı daha da genişletirim herhalde...

15 Nisan 2008

Koşmak lazım!

Aklımda yazmak istediğim birçok konu var ama bir süredir "koşu" halindeyim. İşten çıkınca -havaların etkisiyle!- koşarak ya bir yerelere uğruyoruz ya da spora gidiyoruz. Sonra eve gelip koşarak karın doyurma operasyonu. Hemen arkasından yine koşarak tez yapmaya çalışıyorum ve gece de yastığı görünce uyumaya başlıyorum...
Rita'nın bile hayatında baharla birlikte yeni aktiviteler ortaya çıktı, akşam üstü balkonda çıkıp gelen geçen kargalara/kuşlara miyavlıyor, hava karardığında börtü böcek avlamaya ve hatta geçen sene keşfettiği kertenkelecikleri yakalamaya çalışıyor...
Kısaca hane halkı olarak faaliyet halindeyiz...

5 Nisan 2008

Dilencinin de böylesi...

Bolca dizi seyreden bir dilenciydi sanırım bu sabah köprüde bekleyen. Bir bacağı dizden kesik, koltuk değneği ile merdivenlerin tam başında duruyordu. Akşam seyrettiği diziden etkilenmiş galiba: “hepimiz aynı şekilde dilenmeyelim, biraz yaratıcılık katalım olaya” demiş içinden. Gelenin de geçenin de görmemesi ve işin daha kötüsü asabi sesini duymaması mümkün değildi zira adam şöyle dileniyordu: (Alttaki cümleyi lütfen duygu yüklü okumayın. Adam, sanki bacağının başına gelenlerden köprüden geçenler sorumluymuş gibi asabi ve avazı çıktığı kadar bağırarak söylüyordu repliğini!)
“Sen bilir misin çaaat çat diye yürümeyi!! Sen hiç bilir misin ağrı çekmeyi!!!”

Aslında aynı köprüde aynı yaşlarda bir kadın dileniyor her sabah. Onun sesi ve dilekleri daha yumuşak. “Sevdiklerine kavuşasın” gibi standart bir temennisi var. Sanırım o teyze, bacağı kesik amcanın eşi. Teyze hastalanınca eşi geldi belki de görev yerine... Bacağı kesik amcaya da, her sabah gördüğüm teyzeye de para vermiyorum ve vermeyi de düşünmüyorum. İnsanoğlunun bu kadar bağıra çağıra “zavallıyım ben, acıyın bana” demesi beni hiiiç etkilemiyor.

Bunları yazarken Prag’daki dilenciler geldi aklıma. Dilenciler, alınları yere yapıştırmış, yüzlerini kimseye göstermeden, yere kapanmış halde dileniyorlar. Ses yok, hüzünlü bakış yok, temas yok... Para verenler, dilencinin yanındaki kartonun üstüne para bırakıyor, dilenci de bir ara verilen paraları cebine atıyor. İlginç olan kısım ise öyle zor bir pozisyonda dilenmelerinin nedeni: dilendikleri için utançtan kimsenin yüzüne bakamıyorlar....

1 Nisan 2008

İyi fikir!

İşletmenizi canias ile büyütün!
Kurumsal kaynak planlama yazılımı CANIAS ERP’in bir derginin arka kapağına verdiği ilan. Logolu bir büyüteç Canias’ın üzerine sıkıca shrinklenmiş.
Tebrikler fikri bulana da uygulatana da...

26 Mart 2008

İşte bir derya...

http://mintywhite.com/

Dede ile torun

Güleriz ağlanacak halimize...

Melih Aşık'tan

Dede ile torun...

Dede ile torun konuşuyor...

Dede: Aah evladım ahh, biz bu hale düşecek millet miydik, şu hale bak bütün kadınlar çarşaflı, demokrasi gitti, laiklik tarihe gömüldü, Suudi Arabistan’ın bile gerisine düştük...

- Peki dede, geçmişte bütün bunlar olurken siz hiçbir şey yapmadınız mı? Cumhuriyeti savunmadınız mı?

- Yapmaz olur muyuz yavrum, yaptık tabii, gelen e- postaları süratle birbirimize FORWARD’ladık, daha ne yapabilirdik!

19 Mart 2008

Sakın Duyarsız kalmayın!

"Duyarsız" demişken bu kampanyadan bahsetmeden geçemedim.
TEMA yeni bir kampanya başlatmış, evdeki atık yağları biriktiriyorsunuz, 5 lt.ye ulaşınca "
Alo atık hattını" arıyorsunuz, gelip evinizden alıyorlar. Böylece siz de yeraltı su kaynaklarına zarar vermeden, denizlerdeki deniazanası nüfusunu çoğaltmadan, kanalizasyonları tıkamadan yaşayııp gidebiliyorsunuz.
Evde kızartma yapan duyarlılara duyrulur...

Duyarsızım ben!

Güneş tepedeydi. Mutlu mesut bir gün geçirmiştim, aylar sonra Nişantaşı’nda dolaşmış hatta alışveriş bile yapmıştım. Kaç gündür almak istediğim kitabı da (Ben Böyle Veda Etmeliyim) çantama atıp yolda okurum diye pek bir keyiflenmiştim. Taa ki....

Üniversite yıllarımda hemen her gün, şimdiyse ayda yılda bir -ama pek severek kullandığım- çift katlı otobüse bindim. En öne gittim ve 55 – 60 yaşlarındaki bir teyzenin yanına malesef oturdum. Açtım kitabımı, başladım okumaya...

Tam 1. köprünün üzerindeyken teyze bir anda heyecanlandı.
Teyze: Denizin üzerinde siyah birşeyşer vaaaarrr!!!
Ben: Helikopter.
Teyze: Hayır baksana yerinde duruyor.
Ben: Ben helikoptere benzettim.
O sırada gökyüzünde 2 helihopter daha uçuyor...
Kitabıma döndüm...

2. dakika sonunda teyze dayanamadı.
Teyze: Ecnebisin sen galiba?
Ben: ?
Teyze: Olaylara Fransızsın da... Çevrenle hiç alakadar olmuyorsun, baksana etrafa.
Ben: ????
Ben: E “helikopter” dedim ya. Çevresinde de helikopterler uçuyordu, gördünüz herhalde?
Teyze: Aaa! Ben bir tane gördüm sadece.
Ben: Ecnebisiniz herhalde!!!
Teyze: Çok espritüelsin!

Kitabıma gömülmeye çalışıyorum. Teyze 5. dakikada yine dayanamıyor:
Teyze: Sen özel hayatında da çok duyarsızsın. Hiç birşey seni ilgilendirmiyor.
Ben: Kitap okuyorum.
Teyze: - geç bunları! el hareketi- onu heryerde okursun. Çevrene duyarsızsın, ilgisizsin.
Ben artık gülümsüyorum. Söyleyecek sözüm yok.
Teyze: Belli senin problemlerin var özel hayatında.
Ben: Yaa evet öyle. Problemlerim var. Peki.
Teyze: “Peki” demek. Böyle bitecek yani.
Ben yine gülümsüyor ve bir satırı okumak için 10 dakikadır uğraştığım kitabıma tekrar dönüyorum. Teyze bana ara ara bakmaya devam ediyor. Fırsatını bulduğu anda yapıştıracak lafını. Hissediyorum ama gözümün ucuyla bile onun oturduğu tarafa bakmıyorum.

Ya ben “seçilmişleri” buluyorum, ya “seçilmişler” beni...

Beni bu havalar mahvetti

İşte budur son günlerdeki ruh halim. Hep böyle olurum bu mevsimde... Yüksek sesle mis gibi müzik dinlemek, ayağımda dümdüz ayakkabılarla yürümek, yorulunca bir yere oturup bir şeyler içmek, hayatımda hiç girmediğim küçük dükkanlara girip ufak tefek şeyler almak, havanın kararmasına yakın eve gelmek, dergi okumak ve aldığım fuzuli şeylere sevinmek istiyorum.
Kısaca işe gitmek istemiyorum bir süre. Bir süre tez yapmak - hatta düşünmek dahi - istemiyorum. Bir süre stresli konular konuşmak da istemiyorum.
Beni bu havaların mahvetmesinden korkuyorum!!!!


Orhan Veli'den
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

4 Mart 2008

Evim güzel evim

Eve bir yenilik yaptırmasak bile aklıma geldikçe alırım dekorasyon dergilerinden. Son zamanlarda favori dergilerimden biri de "evim". Kolay okunan yazılar, bol renkli fotoğraflar kullanıyorlar, kapak hemen her sayıda cıvıl cıvıl. Eski ponponları abajura takmak; telefon telinden çerçeve yapmak gibi konular pek bana uygun olmasa da eve alınacak ufak tefek eşyaları; renkleri belirlememe yararı olabiliyor. Özetle dergiyi okudukça alışveriş düşüyor aklıma.
Benim gibi her çeşit dergiyi almaktan hoşlananlar için fiyatı da çok cazip (2,90 YTL); evimi bozuk para vererek alabilince insan, yanında birkaç dergiyi daha gönül rahatlığıyla sepete atıyor...

25 Şubat 2008

Are you lost?

Sanırım Galatown’un ajansının da tutkusu LOST!!!

21 Şubat 2008

İyi fikir

14 Şubat için Pfizer'in harika ilanı...
14 Şubat'ı unutan hapı yutar.

20 Şubat 2008

Marketing Türkiye

Düzenli okuduğum yayınlardan biri. İçerik, tasarım, konu, konuları işleyişi açısından da oldukça başarılı bulurum dergiyi. Bitmek bilmeyen masterım boyunca da bana çok yardımcı oldular sağolsunlar. (Hala da oluyorlar malesef!..)
142. sayısıyla birlikte “2007 Almanak” da geldi. Ben çok beğendim, pazarlamayı sevenlerin de beğeneceğini düşünüyorum.
Alıp kütüphaneye konulası, canı isteyince açıp bakılası...
(Bu cümleyi yazan ben miyim?!)

Cicianne oldum!

Annesi ve babasıyla birlikte biz de bekledik onu tam 9 ay! Ve sonunda 18 Şubat’ta dünyaya geldi minik Maya...
Yıllarca konuştuk Özlem’le; “Çocuk doğurmaya nasıl karar veriyorlar, nasıl cesaret ediyorlar, bu dünyaya çocuk getirmeyi nasıl istiyorlar?” diye. 9 ay önce o anladı buna nasıl karar verdiklerini. Öyle kuvvetli bir duygu ki sanırım şu “annelik hissi”, öncelikle enteresan bir şekilde bir anda geliyor. Daha hislerini anlamlandıramadan, anne olmaya karar verdiği an, insanın hayata bakışı hatta hayattaki duruşu değişiyor. Anne adayı yılarca savunduğu tüm tezleri bir anda çürütüp yepyeni bir sayfa açabiliyor. Cevap bulamadığı onlarca soruya bir anda cevap bulabiliyor. Hayattaki amaçlarının sıralamasını değiştiriyor ve bu değişimi “daha önce hiçbir şeyden bu kadar emin olmadım!” diyebilecek kadar rahat karşılayabiliyor. Yani yaşanabilecek en ilginç duygu ve hatta annelere göre en mükemmel duygu.
Ama yine de tuhaf bir durum bence yani özüne bakınca.
Ama iyi ki bu tuhaf durum Özlem’in de başına gelmiş ki ben de cicianne oldum böylece. Çok güzel bir duyguymuş. Şimdi en kısa zamanda mis kokulu cicikızımın yanına gidip onu sevmek istiyorum...

10 Şubat 2008

Kelebek etkisi

Yine aynı kitaptan:
"Hepimiz kaosun köleleriyiz. Burada, kaos sözcüğünü bilimsel anlamda kullanıyorum. Kaos kuramına göre, kaotik süreçlerin sonucunu "başlangıç koşulları"nda olabilecek minik değişiklikler kararlaştırır. Örneğin: bir otomobilin kaputu üzerine konulan bir bilardo topunu ele alalım. Belirli bir noktaya konulan top bir yöne doğru yuvarlanır; o noktanın bir milimetre sağına veya soluna konulduğunda ise bambaşka bir yöne yuvarlanır. Topun sonuçta nereye varacağı, başlangıçta onu nereye koyduğumuza bağlıdır.
Başlangıç koşullarının etkisi "kelebek etkisi" adını alır, çünkü kaos kuramı iklim koşullarına uygulandığında, Asya'daki bir kelebeğin kanat çırpışının aylar sonra Güney Atlantik'te bir kasırgaya neden olabileceği açıklanmaktadır.Yaşamlarımız bizim kendi kelebek etkilerimizle yönlenmektedir..."

7 Şubat 2008

Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün

Son zamanlarda okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyeni diyebilirim: Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün. Tübitak yayınlarının.
Bir beyin cerrahının anıları. Kitabın dili öyle yalın ki konuşuyormuş gibi hissediyor insan. Ameliyatlarının tüm detaylarını, kurtarabildiklerini, kurtaramadıklarını, hislerini öyle güzel anlatmış ki. Okurken bir yandan insan vücudunun muhteşem işleyişine hayret ediyor, diğer yandan bu işleyişe tıbbın müdahalesine de hayran kalıyorsunuz. “Bir doktor bu kadarına nasıl dayanıyor?” sorusunun cevabını da satır aralarında bulduğum kitap.
Kesinlikle okunmalı...

Not: Üniversitede en çok istediğim bölümde okudum, işimi de çook severek yapıyorum ama bir daha hayata gelirsem her yerde söylediğim gibi buraya da yazıyorum: doktor olacağıımmm!!!

3 Şubat 2008

Herşeyi bilen insanlar...

Bazı insanlar “bidiğini” sanır, hem de herşeyi. Pazarlamayı bilirler, satışı, matematiği, modayı, genetiği, müziği, sanatı, herseyi... Her konu hakkında söyleyecek birşeyler bulur, atar, tutar... Bu insan çeşidi karşısındakini de “saf” sanır ya beni en çok o düşündürür. Başta yüzüne vurursun “bilmediğini”. Anlamaz, işine gelmez. Zaman içinde sen de vazgeçersin, gerek görmezsin; uğraşmak istemezsin. Enteresan bir duygudur bu. Bir yandan için içini yer, konuşma sona ererken “söylesem mi acaba?”lar uçuşur kafanda... Ama sonuçta söylemezsin. O atıp tutarak konuşur, sen bildiğin halde konuşmazsın. Sonunda ne olur? Hiiç. Hele de bu insan türü iş hayatındaysa. O bildiğini sanmaya, sen onun bilmediğini bilmeye, bilmediğini bilmeyenler de onun herşeyi bildiğini sanmaya devam ederler. Hayat akıp gider, senin bildiklerin ile onun bildiğini sandığı şeyler çoğalır. O bir “şey” olur. Sen bir “şey” olamazsın...
Canım mı sıkkın benim bu aralar yoksa?

19 Ocak 2008

Winsa'dan

Bu seferki ilan eleştirisi olmadık işler peşinde’nin hediyesi!
Bakar mısınız?!
Winsa’nın reklam bütçesi çok büyük herhalde. Yazık değil mi sol sayfa için ödenen paraya?

Geri dönüşüm

Bilinçsiz tüketim çağında yaşıyoruz ve bu çağın en önemli sorunlarından biri de “geri dönüşüm”. Geri dönüştürebileceğimiz bir çok ürün ve bunu yapabilecek teknoloji varken sanırım firmalar açısından maliyetinin, bireyler açısından ise tembelliğin de etkisiyle bu işi yapan, yapabilen çok firma/birey oldukça az diye düşünüyorum.
Bugün elime çok güzel bir dergi geçti: Geri dönüştürülmüş kağıttan hazırlanmış, tasarımı da gayet güzel. Ama esas olan içerik. Geri dönüşümle üretim yapan firmalardan, bu teknolojiden, belediye hizmetlerinden bol miktarda haber yazılmış. İnsan okudukça seviniyor aslında, bizde de geri dönüşümle üretim yapan bir çok firma varmış diye. Örneğin tekstil sektöründe geri dönüşüm teknolojisini kullanan firmalar, üretiminde kullandığı suyun %70’ini tekrar kullanıyormuş.
Bireysel olarak da daha çok gayret gösterilmeli. Bu konuda sevgili kızkardeşim kadar istikrarlı ve başarılı birini tanımıyorum! Evlerindeki tüm çöpleri ayrıştırır, biriktirir, üşenmez götürür kutularına atar! Bense, bu işlere bu kadar meraklıyım (!), yine de eve çok uzak olduğu gerekçesiyle çöpleri ayrıştırma işlerini yapmadan sokak toplayıcılarına bırakırım!

Nereden nereye... Aslında ben bu dergide ilgimi çeken bir haberi yazacaktım. Amerika ve bazı diğer ülkelerde geri dönüşüm için solucanları kullanıyorlarmış. Bir solucan bir günde kendi ağırlığı kadar çöp yiyormuş!!! Amerika’da solucanlar için artık ciddi bir kaynak ayrılıyormuş! Solucan diyip geçmemek lazım, meğer ne kadar yararlı hayvanlarmış. (Not: Geçenlerde izlediğim bir belgeselde de büyükbaş bir hayvanın kafatasını tam anlamıyla temizlemek için de bir kabın içinde doldurulmuş solucanlar ve böcekler kullanılıyordu!)

10 Ocak 2008

Bu kış “dil” fırsatlarını iyi kullanın!

Herşeye burun kıvırıyor gibi oldum bu bloga yazdığım reklam eleştrileri yüzünden! Ama tutamadım kendimi yine.
Hürriyet İK’da gördüm bu ilanı. Hedef kitleye çok uygun bir gazete, sayfası gayet güzel. Kampanya ilgi çekici, 20 saat ücretsiz ders var. Slogan bence gayet başarılı. İlandaki kız da güzel. Buraya kadar herşey tamam. Yani bu firmanın ajansı, medya planlamacısı ya da belki de kendileri belli ki doğru işler yapıyorlar.
Ama ilandaki bu kızcağız neden o direği yalama ihtiyacı hissetmiş? Kışın dilinin direğe yapışmaması bizim için ne anlamda bir fırsat? Yani durup dururken direği yalayan birileri var da bu ilan da o birilerine göndermeyle komiklik mi yapmış? Ne yani? Neden? Sadece espri olsun diye düşünüldüyse bence burada bir ufak hata var; esprinin kampanyayı anlatan bir durumu yok.
Belki de sadece diayı beğendiler canım...
Bilen varsa lütfen açıklasın, merak ettim!
Tabii bir de şöyle bir boyutu var ilanın: benim İngilizce kursuyla hiç alakam yok, gitmeyi aklımdan bile geçirmiyorum ama ilan bir şekilde ilgimi çekmeyi başardı. Adamların kampanyalarını bile özümsedim! Başarı bu mudur?

3 Ocak 2008

Yanımızdaki yapı kimyasalları

Kütahya Yapı Kimyasalları
YANI-
NIZ-
DAYIZ
Yaşasın!!! Sloganı bulmuşlar. İlanının % 50’sini slogana ayırmışlar da o sloganın durumu nedir öyle? Niye heceleyerek okunması gerekiyor sloganın? Hani her hecenin bir anlamı olsa, bir vurucu yanı olsa anlayacağım da yanı ya da nız ya da dayız heceleri benim için hiç anlam taşımıyor. Tüketici çok etkileniyor diyelim yapı kimyasalının yanında olmasından peki ama bunu daha değişik ifade edemezler miydi? Keşke biraz daha fazla düşünüp öyle karar verselermiş...

Taciz iğrençliktir.

Taciz dünyanın en iğrenç olaylarından biri. İnsanlık dışı. Taksim'deki iğrenç tacizcilere verilen ceza ise mantık dışı: 57 YTL!
Her iki durum için de yazabilecek çok daha ağır sözler geliyor aklıma ama Yılmaz Özdil bugün "vurun kahpeye" yazısında çok güzel özetlemiş taciz konusunu. Son paragrafını paylaşmak istedim:

........
Taksim’e dönersek... Bakıyorum o güruha... Terör örgütü "bomba koymasın" diye o kadar çaba harcamasa mıydık acaba? Ölü sayısı çok olurdu ama... "Kaybımız" pek olmazdı galiba.
...

İşte şimdi kış geldi!

Yaz insanıyım. Güneşi, sıcağı, bronzluğu, tiril tiril kıyafetleri severim. Yazları daha neşeli, daha canlı olurum. Kör talih, 3 ay yaz-9 ay kış yaşanıyor memlekette! Her yıl tam ben yavaş yavaş ısınmaya başlarken bir bakarım kış gelmiş. Öyle yağmurdan çamurdan da pek hoşlanmam. Kış gelince hemen kar yağsın isterim. Lapa lapa kar yağsın, hiç olmazsa soğuk bir işe yarasın. Doğa bir kendine gelsin, ayaz sona ersin. Yerler bembeyaz olsun, karların içinden yürüyelim isterim.
Ve kar işte yağmaya başladı, bugün ofisin penceresinden arada bir dışarı bakmak, sıcacık çayımı içerken düşen kar tanelerini seyretmek bile keyifli oldu. Ben bile kendime hayret ettim, karı mı özlemişim ne?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails
 
Copyright 2009 mynameismelis